Erdoğan sonrası dönem için muhalefeti etkisizleştirme operasyonları: Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi

04.09.2025 medyascope.tv

4 Eylül 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhabalar. Siyaset bilimci Prof. Burak Bilgehan Özpek'le birlikteyiz. Burak, merhaba.
Burak Bilgehan Özpek: Merhaba Ruşen Ağabey.

Ruşen Çakır: Önce bir giriş sorusu. İstanbul'da ara kararla, yani mahkeme kararıyla değil, ara kararla, CHP İstanbul İl Başkanlığı ve yönetimine kayyum atandı. Gürsel Tekin kabul etti, ama parti bunu kabul etmiyor tabii. Ne diyorsun bu işe?
Özpek: Meselenin hukuki ve siyasi tarafları var. O yüzden, bizim odaklanmamız gereken taraf bence siyasi taraf. Çünkü siyasetin bu kadar hukuka etki ettiği bir dönemde, salt hukuki ve teknik terminolojiyle konuşmak doğru olmaz diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Ben de aynı kanıdayım. Zaten siyaset tarafını soruyorum sana.
Özpek: Siyasi olarak da bunu farklı şekillerde tartışabiliriz. İktidarın yargıyı kullanmasıyla Cumhuriyet Halk Partisi'nin bir şekilde ekarte edilmesi veyahut temsil gücü daha düşük bir kayyum yönetimine devredilmesi Türk demokrasisi açısından çok vahim. Böyle düşünüyorum. Çünkü 19 Mart'tan sonraki süreçte, biz Özgür Özel'in daha öne çıktığını ve aslında temsil gücünü arttırdığını gördük. Sistemin otoriter niteliği mahfuz kalmak üzere, rekabetçi bir tarafı olduğunu da kabul etmek zorundayız. Yani muhalifler seçimleri kazanacağını düşünüyorlar. Seçimlere katılmayı seviyorlar. Seçimlerden umutlarını kesmediler. Bu 2023'te de böyle oldu, yerel seçimlerde de böyle oldu. Özgür Özel'in etkili performansı da bence önümüzdeki dönemde bu rekabetçiliğin kendisini korumasını beraberinde getirecekti. Evet, Türkiye'de otoriter bir idare var ama bu, topyekûn siyasi parti sistemi imha edilmiş ve insanlar Rusya'daki ya da Orta Asya'daki örnekler gibi artık siyaset kurumundan ümidini kesmiş anlamına gelmiyor. Türkiye'de hâlen daha bir umut var ve Cumhuriyet Halk Partisi de muhalefetin en etkili, en kurumsal aktörü olarak bunu temsil ediyor. Şimdi bu mahkeme kararı eğer CHP Genel Merkezi’ne uzanırsa, maalesef bunu kaybedeceğiz. İzleyicilerimiz bu terminolojiden pek hoşlanmıyorlar ama, biz rekabetçi otoriterlikten daha hegemonik bir otoriter sisteme geçeceğiz. Çünkü artık insanların temsil edilme duygusu büyük ölçüde tahrip edilmiş olacak. Eğer gelirse, Kemal Kılıçdaroğlu’yla birlikte, muhalif kesimlerin kendilerinin temsil edildiğine dair inançları zarar görmüş olacak. Bu beraberinde çok öngörülemez bir gelecek getiriyor bizim için; Muhalefet açısından da, iktidar açısından da.
Muhalefette biriken enerjinin Cumhuriyet Halk Partisi üzerinden kanalize olması, aslında sağlıklı bir şey demokratik sistem için. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi aslında makûl, ılımlı bir parti. Yani kendisini yasalar üzerinden tanımlayan, insanları travmatize etmeden, daha sorumluluk duygusuyla hareket eden, uluslararası karşılığı ya da uluslararası işbirlikleri olan son derece ana akım bir parti. Bu partinin temsil gücünü azalttığınız zaman muhalefetteki bu enerjinin nereye kanalize olacağını maalesef öngöremiyorsunuz. Ana akım partileri bu bakımdan çok önemli. Avrupa'nın içinde bulunduğu, mesela son 10 yılda geldiği durum biraz bunu gösteriyor. Ana akım partilerinin zayıflaması, beraberinde daha öngörülemez, daha radikal partilerin seçmenlere ulaşmasını getiriyor. Bu da demokrasiler açısından o kadar sağlıklı bir durum olmayabilir. Bu, iktidar açısından da tehlikeli bir durum. Eğer biz şu anda bu 19 Mart ile başlayan süreçte, Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması, Mansur Yavaş'ın sindirilmesi ve son olarak da Cumhuriyet Halk Partisi'nin, Kemal Kılıçdaroğlu’yla temsil gücünü yitirmesi gibi bir yol haritası izliyorsak, bu, aslında Erdoğan'dan ziyade, Erdoğan sonrası dönemin bir tasarımı olabilir. Yani Erdoğan bundan sonraki dönemde kendi işaret edeceği kişinin seçimleri daha kolaylıkla kazanması için, muhalefeti topyekûn imha etme stratejisine dönmüş olabilir.
Kabul etsek de, etmesek de Erdoğan'ın, 1970'lerden gelen bir siyasi tecrübesi ve popülaritesi var. Kendi otoriterliğini, o rekabetçi seçimlerden kazanıyor olarak çıkmaktan alıyor. Bir demokratik meşrûluğu var. Ama Erdoğan'ın dışında, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bir sonraki jenerasyonunda benzer siyasetçi özellikleri gösteren insan yok. Daha teknokratlar var, aileden isimler var. Dolayısıyla, Erdoğan birisini işaret edecek ve bu işaret ettiği kişi kendisine benzemeyecek. O yüzden rekabet gücü, popülaritesi, kişisel karizması, Tayyip Erdoğan kadar yüksek olmayacak. Dolayısıyla onun işaret ettiği kişinin bir sonraki dönemde Türkiye'yi yönetebilmesi için, muhalefetin maalesef felç edilmesi ve bir krize sürüklenmesi gerekiyor. Bu da iktidar açısından çok güvenli ve sağlıklı bir yol değil bana sorarsanız. Çünkü Türkiye'de iktidar değişimi, hakikaten seçimler sonucunda olmak zorunda. Yani iktidar sürecekse de, değişecekse de, rekabetçi olduğu düşünülen bir seçimden galip gelmek bir saygı uyandırıyor. Bugün Erdoğan'ın liderlik yaptığı bir iktidar koalisyonu varsa, onun gücü, kişisel popülaritesinden geliyor. Bugün Milliyetçi Hareket Partisi'ne, bürokrasi içerisindeki kliklere ya da diğer sivil toplum içerisindeki aktörlere, tarikatlara, cemaatlere karşı Erdoğan'ın üstünlüğü, onun bu aktörlerden bağımsız olarak oy alabilmesinden geliyor. Dolayısıyla Erdoğan'dan sonra gelecek kişi, eğer bu beğeni oranından ya da bu cazibeden yoksunsa ve kazanma yöntemi olarak muhalefeti zor yoluyla ekarte etmeye çalışıyorsa, bana sorarsanız orada belirsizlik başlar. Nasıl bir belirsizlik başlar? Eğer iktidarın yolu güçten ve zordan geçiyorsa, yani ikna ve rıza yerine güç ve zor araçları kullanılıyorsa, orada iktidar içerisinde çok ciddi anlamda bir hareketlilik olacağını düşünüyorum ve güç yoluyla, zor yoluyla cumhurbaşkanı olmak ya da iktidarda kalmak eğer bir yöntem olarak belirirse, iktidar içerisinde de bunu kullanmaya hevesli birçok aktör olacağını ve bu aktörlerin Erdoğan sonrası yeni dönemde oluşacak iktidarı ciddi anlamda tehdit edeceği kanaatindeyim. O yüzden bu yol, yani muhalefeti siyasi olarak ekarte etme ve topyekûn imha etme yolu, maalesef Türkiye'yi bir hegemonik otoriterliğe sürüklüyor. Ancak bu hegemonik otoriterlik, sağlam, stabil, ilânihaye devam edecek bir rejim olmaktan ziyade, kendi içerisinde büyük kırılganlıklar barındıran bir gelecek vaat ediyor bize.

Ruşen Çakır: Seninle yakın zamanda yaptığımız yayınlardan birisinde, CHP'nin sokakta olmasını çok net bir şekilde eleştirmiştin. Şimdi mesela İstanbul İl Başkanı ve yönetimine kayyum atandı ve CHP yine sokakta. Dün Zeytinburnu’ndaydı, daha sonra başka yerlere gidecek. Hâlâ o eleştirini muhafaza ediyor musun? Eğer ediyorsan, CHP ne yapabilir böyle bir hamleye karşı? Ya da 15 Eylül'de, diyelim ki Kılıçdaroğlu mutlak butlanla partinin başına kayyum olarak atandı. Özgür Özel, arkadaşları, bütün bu istim üzerindeki CHP ne yapabilir?
Özpek: Benim eleştirimin iki sebebi var. Birincisi, Türkiye'de devlet bu tip protestolara karşı bir olağanüstü hâl durumuna, bir teyakkuz hâline geçer ve kanunların kendisine tanıdığı sınırları milli güvenlik adına ya da kamu düzeni adına ihlal etmeye çok hevesli olur. Bunu yapanlar da sonrasında cezalandırılmaz, aksine taltif edilir, takdir edilir. Yani şunu söylemek istiyorum: Zannettiğiniz gibi kanunlu kurallı işleyecek bir süreç olmayabilir. Bunu görüyoruz. 19 Mart'tan sonra tutuklanan gençlerde de gördük. O insanların yaşadıkları hadiseler, sosyal medyada büyük kahramanlık hikâyeleri olarak adlandırılıyor ama bu çocuklar hayatlarının en güzel günlerini hapishanede geçiriyorlar. Yine Gezi olaylarında gördük. Birçok arkadaşımız protestolarda hayatını kaybetti. Dolayısıyla o beklenen tepki, zannedilenden daha ağır ve sert gelebilir. Üstelik hükümette şöyle bir durum vardır: Muhalefetin bu tip başkaldırılarını, kendisini Erdoğan'ın gözünde daha kıymetli kılabilmek için bir fırsat olarak gören, dolayısıyla ne kadar çok muhalif dövülürse ne kadar çok muhalif tutuklanırsa, o kadar makbul olacağını düşünen bir memur topluluğu ya da bir siyasetçi topluluğu olduğunu düşünüyorum. Burada bir hukuk devleti yoksa, en azından bir kanun devleti yoksa, orada bir doğa durumu vardır. Ve doğa durumunda bir kural kaide olmadığı için hayvanlar birbirlerini öldürerek hayatta kalırlar. O yüzden, aslında muhaliflerin etiyle doymak isteyen çok fazla insan olduğu kanaatindeyim. Bunu fırsat olarak gören birçok insan olacağını düşünüyorum açıkçası. O yüzden ben biraz daha insani noktadan bakıyorum. Yani Budapeşte'deki sokak gösterilerini örnek gösterip, Türkiye'deki gençleri meydanlara çağırdığınız zaman, Avrupa Birliği'nin serbest dolaşım hakkının Macar gençlerine nasıl büyük bir konfor alanı sağladığını unutmuş oluyorsunuz. Buradaki çocuklar fişlenme korkusuyla, dövülme korkusuyla, hapishaneye atılma korkusuyla yaşıyorlar ve öyle kolay kolay da unutulmuyor bu işler. O bakımdan, ben sokak hareketlerine açıkçası biraz mesafeliyim. Yani kendi çocuklarımızı koruma adına mesafeliyim. Hepsinden daha vahimi, benzer olaylar, bir olağanüstü hâl ilan etmenin gerekçesi olarak da kullanılabilinir. Bu bir.
İkincisi, Türkiye'de siyasi hoşnutsuzluğun, daha soyut düşünme yeteneğine sahip, yani ülkenin geleceğini düşünen ya da belli değer yargılarına sahip öğrenciler, entelektüeller ve aktivistler yerine, bu kötü idarenin doğrudan hayatını mahvettiği insanlar tarafından örgütlenmesi gerektiği, daha organik olması gerektiği, asgari ücretle çalışan işçiler, batmakta olan esnaf, sürekli olarak vergi tehdidi altında olan orta sınıflar gibi insanların organik hareketleriyle daha başarıya ulaşacağı kanaatindeyim. Sabah, dostum İlkan Dalkuç 2001 yılından bir Yeni Şafak haberi gönderdi. Hakikaten bilim kurgu filmi gibi. 2001 senesinde çiftçilerin, esnafın otoyollarda eylem yaptığı, bu yazar kasa hadisesiyle akıllarımıza kazınmış olan esnaf yürüyüşleri düzenlediği bir Türkiye vardı. Şimdi bu biraz daha organik olmak zorunda. Bu kesimlerden destek almak zorunda bu tip hareketler. O yüzden daha idealist, daha soyut düşünen insanların eylemlerinden ziyade, bence daha doğrudan AKP idaresinden canı yanan insanların organik şekilde tepki verdiği işler etkili olur diye düşünüyorum. O yüzden ben rezervimi koruyorum. İnsanlar da bana yüklenmesinler. Neticede beni Medyascope ve Daktilo1984 dışında hiçbir mecrada görmüyorlar. Ana akım televizyonlara çıkmıyorum. Karasal yayın yapan hiçbir yayına katılmıyorum. Sanki insanlar benim yüzümden dışarı çıkmıyorlarmış gibi de bir hava estiriliyor. Ben kendi dünyamda, kendimin, çocuklarımın, arkadaşlarımın, bana soran insanların sorularına bu şekilde cevap veriyorum ve sizinle de niçin böyle düşündüğümü paylaşıyorum. Yoksa insanların iradesi üzerinde de bir yönlendirme yapmak istemem.

Ruşen Çakır: Muhalefet deyince neyi kastediyoruz? Bugün biraz önce Müsavat Dervişoğlu Özgür Özel'i ziyaret etti ve destek verdi. Ümit Özdağ galiba bugün bir açıklama yapmış. DEM Parti ilk andan itibaren CHP’ye destek verdi. Ama sanki ortada bir muhalefet cephesi yokmuş gibi. En azından ben öyle algılıyorum. Sanki muhalefet denilince sadece CHP'den bahsediyormuşuz gibi bir şey yaşıyoruz 19 Mart'tan dolayı. Yanılıyor muyum?
Özpek: O hâle geldi, ama keşke gelmeseydi. Keşke siyasi partiler güçlü kalabilseydi ve işbirliklerini devam ettirebilseydi. Ama yaşadığımız 14 Mayıs sonrası süreç bizi o noktaya getirdi. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi ile muhalefet, birbirine eşit kavramlar olarak algılanıyor. Cumhuriyet Halk Partisi bundan memnundu. Bundan sonra ne olur bilmiyorum. Bu Cumhuriyet Halk Partisi'nin itirazı olan bir durum değil. Muhalefette, özellikle kutuplaşmadan mütevellit, AKP nefretini temsil eden tek yapı olma ve hiçbir partiyle müzakere etmeme eğilimi güçlüydü Cumhuriyet Halk Partisi'nde. Bu da diğer partileri tabii kaçınılmaz şekilde güçsüzleştiriyor. CHP güçlü bir parti. Medyasıyla, kaynaklarıyla, toplumsal tabanıyla çok güçlü bir parti. Meşrulaştırma veya gayrimeşru ilan etme özelliği var. Kamuoyunda son derece nefretle anılan bir kişi Cumhuriyet Halk Partisi rozeti taktıktan sonra, mesela muhalif basında, muhalif kamuoyunda, onun hakkında tek bir olumsuz kelime duyamazsınız. Ya da çok makbul bir kişi Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nin politikalarıyla çeliştiği zaman, onu eleştirdiği zaman, birdenbire AKP'li olur. Bu aslında Cumhuriyet Halk Partisi'nin gücünü gösteriyor. Güçlü bir parti. Bence, Cumhuriyet Halk Partisi şu ana kadar o küçük partilerin kendilerini ifade etmesini istemedi ve anti-Erdoğan cephenin amiral partisi, tek temsilcisi olmak istedi. Bunda yanlış, hatalı bir şey yok, ama o kurulan kutuplaşma sistemi bence artık yok.
Şu anda geldiğimiz noktada, Ekrem Bey veya Mansur Bey gibi iki önemli popüler liderin temsil ettiği ve tek ideolojik çimentosu ‘’Erdoğan ‘’ olan bir sistem artık yürümüyor. Burada siyasi partilerin daha güçlü olduğu, Ankara parti sisteminin güçlü olduğu bir sistem gerekiyor. Orada da İYİ Parti'nin, Zafer Partisi'nin, DEM Parti'nin, bir şekilde CHP ile işbirliği yapması gerekli. Oradaki sorun şu: Bu partilerden bir tanesi, DEM Parti, çözüm sürecinde masada. CHP de masada, ama DEM daha bir masada gibi. Onların kıymetli bir süreçleri var. CHP'liler için ya da CHP için o kadar kıymetli değil o süreç. DEM Parti için daha kıymetli. Öte taraftan milliyetçi partiler ya da merkez sağ partiler de, -sağ muhalefet diyelim-, onlar da masanın kendisine karşı. O yüzden, Cumhuriyet Halk Partisi bu meseleyi muhalefetin bir ortak meselesi olarak kabul ettirmeyi ya da muhalefetin diğer partilerinin can-ı gönülden bu meseleye sahip çıkmasını sağlayamıyor. Çünkü böyle bir süreç var. İki tane sıkıntı var. Birincisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nin kutuplaşmaya çok fazla alışması ve bunu sevmesi, bunu sürdürmeye çalışması, bunun da diğer partileri küçültmesi, hatta tehdit etmesi. İkincisi de, var olan sürecin hem DEM Parti'de, hem de İYİ Parti, Zafer Partisi gibi partilerde farklı beklentiler yaratması. Bu yüzden, Cumhuriyet Halk Partisi'ne verecekleri desteğin olası siyasi sonuçlarını çok net hesaplayamamaları.

Ruşen Çakır: Süreçten bahsetmişken sormak istiyorum. İzledin mi bilmiyorum, Halk TV'deki yayında bu soru sorulduğunda, Özgür Özel, “Bizim masadan kalkmamızı Erdoğan istiyor" dedi ve masadan kalkmayacaklarını söyledi. Ama bu yaşanan olayın ve diyelim ki 15 Eylül'de yaşanması muhtemel yeni bir kayyum gelişmesinin, bir şekilde o masaya… Masa derken komisyonu, sürecin kendisini ve CHP'nin sürece desteğini kastediyorum. Özellikle CHP içinden CHP'ye destek veren kesimler, ‘’CHP'ye bunlar yapılırken iktidarla bu konuyu nasıl konuşursunuz?’’ diye özetlenebilecek bir yaklaşım sergiliyor biliyorsun. Bu CHP'nin oradaki varlığını ve buna bağlı olarak da bu süreci tehdit eder mi? Ne dersin?
Özpek: Eder. Ben sürece inanmayanlardanım biliyorsunuz.

Ruşen Çakır: Biliyorum.
Özpek: Ama buna rağmen Cumhuriyet Halk Partisi'nin sürecin bir parçası olma kararını da anlayışla karşılayanlardanım. Çünkü eğer ortada bir Erdoğan sonrası senaryo varsa ve bu senaryo, iktidarın doğrudan Erdoğan'ın işaret ettiği kişiye - devredilmesi gibi bir amaç taşıyorsa, bunu önlemek için olabilecek bütün müzakere zeminlerini de Cumhuriyet Halk Partisi'nin kullanması gerektiğini düşünenlerdenim. Elit siyaseti bir tarafa bırakamayız. Kurumsal siyaset önemlidir. O yüzden, o komisyona girerken Cumhuriyet Halk Partisi’nin amacı Kürt sorununu çözmek değildi. Bunu önce tespit olarak koyalım. Yani idealist bir demokratikleştirme güdüsüyle hareket etmiyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin de o masaya otururken amacı bu değil. Bence MHP'nin ve DEM’in de böyle değil. Ortada bir Kürt sorunu masası var, ama o masa aslında başka bir meseleyi tartışıyor şu anda. Dolayısıyla, Özgür Özel'in ‘’Cumhuriyet Halk Partisi masadan kalkarsa Erdoğan memnun olur’’ argümanı, CHP olmadan o masanın tamamen AKP'nin kuracağı patrimonyal bir mekanizmaya dönüşme ihtimali üzerine kurulu bir argüman. Yani, Erdoğan'ın MHP ve DEM’e kaynak tahsis ettiği, bunun karşılığında, anayasal değişiklikler için destek talep ettiği bir durum olabileceğini, CHP'nin dahlinin ise daha kurumsal reformlar yapmak için önemli olduğunu, Erdoğan'ın da bundan hoşlanmadığını iddia ediyor. Fakat şimdi orada şöyle bir şey var. Şimdi o kurumsal CHP'nin dahlinin işe yarayabilmesi için, DEM Parti'nin ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin gerçekten ona destek vermesi gerekiyor.
Benim görebildiğim kadarıyla Milliyetçi Hareket Partisi çok zayıf. İki açıdan zayıf. Birincisi, oy oranı çok düşüyor. Çünkü kabul edersiniz ki milliyetçi bir partinin yaklaşık 40 senedir söylemini inşa ettiği bir zemin var. Ve o zemin, PKK karşıtlığı, Öcalan karşıtlığı. Şimdi Bahçeli bütün bu zemini imha etti ve araştırmalara göre oy oranı yarı yarıya düşmüş gibi gözüküyor. Hatta MHP'nin kaybettiği oyların önemli bir kısmı Adalet ve Kalkınma Partisi'ne gidiyor. Dolayısıyla bu, MHP'nin AKP ile kurduğu ilişkilerin simetrisini değiştiriyor. Daha asimetrik bir ilişki kuruyor. Yani öyle %10 kaya gibi monolitik bir Milliyetçi Hareket Partisi yok. O yüzden Devlet Bahçeli'nin Tayyip Erdoğan'la ilişkilerinin doğası değişiyor.
İkincisi, Milliyetçi Hareket Partisi'nin temsil ettiği bir sınıf var. Yani Devlet Bahçeli'nin fotoğraf çektiği, toplum tarafından kriminal kişiler olarak algılanan insanlar var. Bunlar belirli networklerin üzerindeler ve siyasi iktidara yakın oldukları için serbest hareket eden insanlar. Dolayısıyla hükümet, daha doğrusu AKP, MHP'ye yakın herhangi bir suç örgütü lideri olduğu düşünülen kişiyi tutukladığı zaman, gözaltına aldığı zaman, Milliyetçi Hareket Partisi'nde başka bir telaş başlıyor anladığım kadarıyla. Dolayısıyla onların iktidara bağımlılığı çok yüksek. O yüzden, Devlet Bahçeli'nin Tayyip Erdoğan'a meydan okumasından ziyade, planı, olabildiğince Tayyip Bey’le yakın giderek onu belli bir çizgiye çekmekti. Ama bence bu plan ifşa oldu. Ben burada tabii Devlet Bahçeli'nin devletin derin koridorlarıyla ilişkili olduğu, dolayısıyla Erdoğan'ı aşan aşkın bir devlet olduğu argümanını da reddediyorum. Yani bunlar dünyevi siyasi aktörler. Dolayısıyla Bahçeli Erdoğan'ı dengelemek için, Erdoğan'ı sınırlandırmak için ve daha simetrik bir ilişki kurabilmek için çıktığı yolda bence çok daha asimetrik bir ilişkinin içerisinde buldu kendisini. Bu çok istediği bir şey değildi. Bu yüzden Cumhuriyet Halk Partisi'ne o istediği desteği veremiyor. Erken seçim çağrısında bulunmasının da bir anlamı yok. Çünkü Bahçeli erken seçim istese dahi bunu gerçekleştirebilecek bir meclis aritmetiği yok.
DEM Parti için de durum şu: DEM Parti de köprüleri atmak istemiyor. Çünkü bir Suriye önceliği var. İkincisi, belediyelerini geri alma gibi bir durum var. Ve DEM Parti'nin içerisinde benim görebildiğim kadarıyla, Erdoğan'ın o patrimonyal dediğim kaynakları tahsis ettiği ve DEM Parti'nin de uyumlu bir aktör olduğu, öyle devam ettiği bir projeye inanan da önemli bir kesim var maalesef. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi bu iki partiden öyle umduğu desteği alamadı. Alabilseydi çok daha farklı olabilirdi. Ama şu son hadise de onu gösteriyor; ilk kriz durumunda mesela. Aslında şu anda çıkan karar Cumhuriyet Halk Partisi'ne “Masadan kalk git” diyor. Öyle değil mi? Eğer DEM Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi CHP'nin masada olmasını önemsiyorsa, bu karara çok sert tepki göstermeleri gerekirdi. Ama Milliyetçi Hareket Partisi'nin beyanatları ortada. Tabii bilemediğimiz şeyler olabilir, kapalı kapılar arkasında birçok şey söylenebilir, onları bilmiyoruz. Biz gördüklerimiz üzerinden analiz yapıyoruz. Ama şu anda bu partilerin zâfiyetleri ortaya çıkmış durumda. Görünen o ki, masa, bir müzakere, Erdoğan'ı sınırlandırma ya da Erdoğan karşısında bir blok oluşturma zemini olma özelliğini bu tip gelişmeler üzerinden kaybediyor. Yani Erdoğan bu noktalara vurdukça, masa kendiliğinden ciddiyetini kaybediyor aslında.

Ruşen Çakır: Teşekkürler Burak Bilgehan Özpek değerlendirmelerin için. Bizi izledikleri için izleyicilerimize de teşekkür ederiz, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
07.09.2025 Erdoğan işbirlikçilere rağmen CHP’nin bileğini bükemiyor
06.09.2025 CHP kayyumlarının videosunun düşündürdükleri
05.09.2025 Kılıçdaroğlu, Gürsel Tekin ve destekçileri ne yapmak istiyor?
04.09.2025 Erdoğan sonrası dönem için muhalefeti etkisizleştirme operasyonları: Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi
04.09.2025 Yunus Emre değerlendiriyor: CHP bugüne kadar ne yaptı? Bundan sonra ne yapacak?
04.09.2025 CHP’nin silahları: Ahlak, cesaret ve millet
03.09.2025 Murat Sabuncu değerlendirdi: CHP pes ederse…
03.09.2025 Hilmi Hacaloğlu ile söyleşi: CHP tuzağa düşer mi?
03.09.2025 Şule Özsoy Boyunsuz anlattı: 2 Eylül darbesinin hukuki boyutu
03.09.2025 19 Mart’tan sonra 2 Eylül darbesi: CHP yine teslim olmayacağa benziyor
07.09.2025 Erdoğan işbirlikçilere rağmen CHP’nin bileğini bükemiyor
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı