Prof. Hasan Aydın ile söyleşi: İslâm kültüründe düşünce ve ifâde özgürlüğü

24.06.2024 medyascope.tv

24 Haziran 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Felsefe bölümünden Prof. Hasan Aydın’la “İslâm kültüründe düşünce ve ifâde özgürlüğü”nü konuşacağız. Hoş geldiniz hocam.
Hasan Aydın: Teşekkür ederim Ruşen Bey, çok teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Nihâyet sizinle bir yayın yapıyoruz. Uzun zamandan beri aklımdaydınız. Ama bu son Diamond Tema olayı bayağı bir şeyleri, tartışmaları yeşertti ve bunu bir vesîle ederek sizinle bu yayını yapıyoruz. Şimdi, “İslâm kültüründe düşünce ve ifâde özgürlüğü” diye bir başlık verdik; ama burada iki tâne soru var. Birincisi: Niye İslâm değil de İslâm kültürü? İkincisi: “Düşünce ve ifâde özgürlüğü” deyince, varmış gibi konuşuyoruz. Belki de soru işâretiyle vermek daha mı doğru olur?
Hasan Aydın: Evet, aslında “İslâm kültürü” deyişini ben yazılarımda da kullandım hep, kitaplarımda falan da kullandım. “İslâm kültüründe felsefenin krizi” dedim meselâ. İslâm kültüründe felsefî akımlar, filozoflar… bu tür eserler yazdım. Niye İslâm kültürü? Sebebi şu: Birincisi, İslâm çok farklı yerlere yayılmış bir din, ama aynı zamanda yayıldığı bölgelere kendi rengini de bir şekilde vermiş bir din. Benim İslâm kültürü deyişini gündeme getirerek aslında İslâm’la İslâm kültürü arasında bir ayrım yapmak gibi bir amacım yok — onu söyleyeyim özellikle. Ama kültür, meselâ İslâm kültürü, 7, 8, 9. yüzyıllarda Antik Yunan, Hint ve İran kültürüyle karşılaştı. 19. yüzyıldan îtibâren de Batı kültürüyle karşılaştı. Bu karşılaşmalarla birlikte İslâmcıların ya da İslâmî duyarlılığı olan kesimlerin bu kültürlere ilişkin olarak gösterdikleri refleksler var. İki büyük refleks var — geriye de gittiğimizde, bugün de öyle. Bir, o kültürleri “İslâm’a aykırıdır” diye reddetme tutumu; ikincisi, “İslâmîleştirme” diye nitelendirdiğimiz bir tutum var. Dolayısıyla bu İslâm kültürü içerisinde bir İslâmîleştirme, o farklı kültürleri İslâm kültürünün içerisine dâhil etme çabası, bir de onları reddetme çabası var. Târihsel açıdan baktığınızda –ve kanımca bugün de devam eden– iki büyük organik yaklaşım tarzı var aslında. O yüzden şöyle diyorum: İslâm kültürü, dinamik de bir kültür; kendi içerisinde refleksiyonları olan, tartışmaları olan, farklı kültürlere açık da bir kültür. Yani kaçınamıyorsunuz. Meselâ Ortaçağ’da bu, fetihlerle, savaşlarla, etkileşimlerle, çevirilerle gerçekleşiyordu. Bugün kitle iletişim araçları çok gelişkin, Batı kültürü her tarafa yayılmış durumda, bizi de etkisi altına almış durumda, Arapları etkisi altına almış durumda — İslâm dünyasının neresine giderseniz gidin. Kaldı ki siz de biliyorsunuz, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında pek çok Ortadoğu ülkesi Batılıların sömürgesi altında kalmış ve bir etkileşim oluşmuş. Dolayısıyla “İslâm kültürü” deyişini kullanmam aslında şundan: İslâm’ın bir şekilde farklı etkileşimlerle de olsa kendi rengini verdiği bir kültürü ifâde etmek için kullanıyorum. Şöyle söyleyebilirim size: Türkiye seküler, laikleşmiş bir ülke; Tanzîmat’tan beri Batı kültürünün etkisini taşıyor. Cumhuriyet’le birlikte o Batı kültürünün etkisi daha fazla ön plana çıkmış gibi gözüküyor. Ama buna rağmen geleneklerimiz, göreneklerimiz, âdetlerimiz ve yaşam kodlarımız içerisinde hâlâ İslâm’ın etkili olduğunu görüyorsunuz. İşte, sünnet oluyoruz, ölülerimizi defnetme biçimimiz var, düğünlerimiz, çeşitli etkinliklerimiz, bayramlarımız var değil mi? Tüm bunlar da etkiliyor. Ve dolayısıyla bir kültürün sanki… şöyle diyeyim –o Dawkins denilen adam “mem”den söz ediyor– “kültürel kalıt” diyebilirsiniz ya da “kültürel genlerimiz” diyelim; o kültürel genler içerisinde İslâm’ın hâlâ belli şekillerde etkin olduğunu ve damga vurduğunu düşünüyorum. O yüzden, hâlâ Türkiye’den bile söz ederken İslâm kültürünün bir parçası olarak söz ediyorum. Çünkü bilime, felsefeye, sanata, edebiyâta, aklınıza gelebilecek insânî tüm etkinliklere hâlâ İslâmî perspektiften bakan ve bunun tartışmasını yaratan akımlar, düşünceler, söylemlerle karşılaşıyorsunuz. Hattâ politik söylem içerisinde hâlâ dînin ve İslâm’ın belli şekillerde belirleyici olduğunu görüyorsunuz. O yüzden İslâm kültürü deyişini kullanıyorum.

Ruşen Çakır: Başlıktaki diğer unsura gelecek olursak, düşünce ve ifâde özgürlüğü meselesi var. Genellikle negatif olaylar çok fazla gündemde olduğu için, yakın târihe baktığım zaman bile, hâlâ günümüzde, meselâ en son Diamond Tema olayında olduğu gibi, devlet eliyle düşünce ifâdesine, inançla ilgili konuları ifâde etmeye müdâhaleler olabiliyor. Bu hep böyle miydi? Yoksa İslâm kültüründe daha özgürlükçü ortamlar, dönemler, ülkeler, toplumlar oldu mu?
Hasan Aydın: Şöyle söyleyebilirim: “İslâm’ın kuzeye yayılması” dediğim bir olay var benim. Sık sık kullandığım bir deyiş. İşte, Hz. Muhammed’in vefâtının ardından, Suriye, İran, Irak gibi bölgelere doğru, yani Suudî Arabistan’ın kuzeyine doğru yayılıyor. Bu yayılımın berâberinde getirdiği bir olgu var. Birincisi, Medine İslâm Devleti; Hz. Muhammed’in kurduğu Medine İslâm Devleti’nden toplum imparatorluğa doğru evriliyor. Çok fazla etnik ve dinsel, mezhepsel kültürü kendi bünyesinde barındırmaya başlıyor ve doğal olarak, bu etkileşim içerisinde olduğu kültürleri “Arapçaya kazandırma” dediğim bir olguyla da karşı karşıya bırakıyor Arapları. Önce görebildiğimiz kadarıyla tıbba âit, matematiğe âit, mühendisliğe âit eserler; daha sonra da felsefî içerikli eserlerin çevrildiğini görüyorsunuz. Bunlar başlangıçta pratik ihtiyaçlardan kaynaklanmış gibi gözüküyor; yani imparatorluğun ihtiyaçlarını gidermek için. İkincisi, farklı kültürlerle, farklı kültürden gelen düşünürlerle yapılan tartışmalar var. İslâm’ın bu kültürler karşısında savunulmaya ihtiyâcı var. Savunma için de mantık, felsefe, teoloji geleneği gibi birtakım unsurları bünyeniz içerisine sokmanız gerekiyor. İslâm’ın ilk ilerici hamlesi diyebilirsiniz buna. İşte, kuzeye yayılmayla, farklı kültürlerin İslâm dünyasına aktarılması ve İslâmîleştirilmesi dediğim olguyla gerçekleşiyor. Bu 8, 9, 10. yüzyıllara baktığınızda, hakîkaten İslâm dünyasında güçlü bir entelektüel tartışmanın olduğunu görüyorsunuz. Bu entelektüel tartışma, farklı kültürlerin İslâm üzerindeki etkisi olarak yorumlanabildiği gibi, ikinci bir husus da şu herhalde: İslâm teolojisi henüz sistemleşmemiş durumda. İslâm teolojisinin sistemleşmemiş olması, İslâm’ın dogmatik olarak neyi olumladığı neyi olumlamadığı, neyi İslâm’ın içerisinde sayıp neyi saymayacağımız gibi hususların henüz belirgin olmaması. Bu yüzden, erken dönem İslâm düşünce târihine baktığınızda gerçekten bir çokseslilikle karşılaşıyorsunuz. Bu çokseslilik İslâm kültürü içerisinde fıkıh, kelâm geleneği, tasavvuf geleneği ve felsefe geleneği diye nitelendirdiğimiz farklı geleneksel yaklaşım tarzlarının ortaya çıkmasına yol açmış. Ama daha sonraki sürece baktığınızda, özellikle Nizâmiye Medresesi’nin teşekkülüyle birlikte, dînin, özellikle Sünnî Müslümanlığın, Eş’arî Sünnî Müslümanlığın egemen olmaya başladığını görüyorsunuz. Bu egemen olmaya başlamakla birlikte, farklı akımların, çeşitli teolojik akımların, çeşitli tasavvufî akımların, çeşitli felsefî akımların dinsizlikle suçlanarak reddedilmeye başladığı yeni bir aşamaya ya da yeni bir döneme girildiğini görürsünüz. O yüzden şöyle diyebilirim: İslâm’ın klasik dönemine gittiğinizde –burada kastettiğim 8, 9, 10. yüzyıllar–, bu dönemlerde çoksesli eleştirel bir yaklaşımla karşılaşmanız mümkün. Hakîkaten düşünürler arasında eleştirel bir diyalog var. Bu döneme baktığımda, eleştiri kültürü açısından benim dikkatimi çeken birkaç husus var. Bunlardan birisi –sık sık söylüyorum– reddiyelerdir. Reddiye şu: Bir şeyi, bir düşünceyi reddetmek için yazılmış eserler var. Bu çoksesli ortamın sonuna doğru reddiyeler ön plana çıkmaya başlar. İşte, meselâ Galien’i reddetmek için –Galenos vardır biliyorsunuz–, reddiye yazılmış. Şiîliği reddetmek için reddiyeler yazılmış. Mûtezîle’yi reddetmek için reddiyeler yazılmış. Ebu Bekir er-Râzî’nin görüşlerini reddetmek için reddiyeler yazılmış. Burada hem tasavvufî hem teolojik hem de felsefî fikirlere dönük bir reddiye yazma geleneğinin İslâm dünyasında teşekkül etmeye başladığını görüyorsunuz. İkinci gördüğüm, “tehâfüt geleneği” dediğimiz bir gelenek var. Tehâfüt, tutarsızlık demek Türkçeye çevirirseniz. Gazâlî, filozofları eleştirmek için biliyorsunuz Tehâfütü’l-Felâsife diye bir kitap yazdı, “Filozofların Tutarsızlığı” diye. İbn Rüşd de yaklaşık 100 yıl sonra ona “Tehâfüt et-Tehâfüt” isimli bir yapıtla karşılık verdi. Fatih döneminde bu gelenek canlandırılmaya başlandı. Meselâ 18. yüzyılda Üsküdârî denilen birisi bile tehâfüt yazmayı sürdürdü. “Tehâfüt” dediğim bir gelenek var, tutarsızlık diye nitelendirdiğimiz. Buradaki tartışma da dinle felsefe arasındaki kavgayı ön plana çıkartan bir tartışma. İslâm’ın teşekkül etmesi, özellikle Sünnî Müslümanlığın teşekkül etmesi ve Sünnî Müslümanlığın hem kendisini Hıristiyan, Yahudi gibi unsurlar karşısında, felsefe gibi unsurlar karşısında, hattâ tasavvuf gibi unsurlara karşı da –çünkü ona karşı da çok eleştirel bir yaklaşımı var– hem de İslâm’ın içerisinden doğmuş Şiîlik gibi, Mûtezîle gibi, Cebriye gibi, Mürciye gibi çeşitli akımlara karşı reddiye yazma geleneği var ve bir de felsefeyi reddetmek için oluşturulmuş “tehâfüt geleneği” dediğim bir gelenek var. Bu geleneklere baktığınızda çok ilginç bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Ben bunu hep kullanıyorum, burada da kullanacağım. İslâm teşekkül ettikten sonra, bir İslâm teolojisi oluşturulduktan sonra, Sünnî Eş’arî teoloji oluşturulduktan sonra, bu teolojinin bir tür “Prokrustes yatağı” gibi kullanıldığını görüyorsunuz. Prokrustes yatağıyla kastettiğim şey şu — bir antik mitoloji bu, biliyorsunuz: Prokrustes’in bir yatağı varmış; evinin önündeki yoldan geçen misafirleri evine dâvet edermiş. İşte, onları yatağında yatırırmış. Yatak standart bir yatak. Yatırdığı adam kısa gelirse onu gergiyle uzatırmış — illâ yatağa uyduracak. Uzun gelirse ayaklarını kesermiş. İslâm bir tür Prokrustes’in yatağı gibi kullanılmaya başlanıyor ve İslâm’a uygun olan ve olmayan düşünce biçimi diye nitelendirdiğimiz o düşünce biçimini belirlemek için İslâm’ın bir yatak olarak kullanıldığını görüyorsunuz. Bu din odaklı düşünmenin 9, 10 ve 11. yüzyıllardan îtibâren İslâm dünyasında pekiştiğini görüyorsunuz.

Ruşen Çakır: Şöyle bir araya girebilir miyim? Kusura bakmayın.
Hasan Aydın: Buyrun.

Ruşen Çakır: Şimdi özellikle Sünnî İslâm’dan bahsediyorsunuz. Sünnî İslâm için hep söylenen, burada bir kilise olmadığı, ruhban sınıfı olmadığı; bunun Şiîlik’te olduğu ama Sünnîlik’te olmadığı. Peki hangi otorite bunu yapıyor? Yani bu söylediğinizle tamâmen bir aforozdan bahsediyorsunuz aslında. Kilisenin aforoz etmesi gibi, Sünnî geleneğin hâkim olmasıyla berâber hoşlarına gitmeyenlerin bir şekilde dışlanması, İslâmdışı sayılması.
Hasan Aydın: Evet.

Ruşen Çakır: Ama burada bir otorite gerekiyor. Bu otorite kimler? Yani fıkıh âlimlerinin kendi başlarına yapabilecekleri bir şey değil bu. Devletle bir ilişki mi söz konusu?
Hasan Aydın: Şimdi, İslâm kültürünün önemli bir özelliği var; “Din ü devlet, mülk ü millet” derler biliyorsunuz. Yani İslâm kültüründe devletle ulemâ arasındaki sıkı bir işbirliği var. Gerçi İslâm dünyasında ulemâya baktığınızda, üç merkezli bir ulemâyla karşılaşırsınız. Bunlardan birisi, câmi merkezli fıkıh ve kelâm geleneği; câmi merkezlidir, câmide egemendir daha doğrusu. İkinci büyük karşılaştığınız, tekkelerde ve dergâhlarda gördüğünüz mutasavvıflardır; onların tasavvuf dediğimiz kendi iç disiplinleri vardır. Bir de 11. yüzyıla kadar daha çok sarayda barınmış olan, sarayda danışmanlık yapmış olan Kindî gibi, Fârâbî gibi, İbn Rüşd gibi, İbn Sînâ gibi, “felâsife” dedikleri eskilerin, yani filozoflar dediğim bir kesim vardır. İslâm toplumu içerisinde bu üç kesim arasında sürekli bir diyalektik olmuştur. Başlangıçta devlet, pratik gereksinimler yüzünden olsa gerek, Antik Yunan, Hint ve İran kültürünü çevirmiştir. Yani meselâ 830’da Beytülhikme kurulmuştur — Me’mun döneminde. Bunlar gerçekten Arapçaya kazandırılmıştır ve entelektüeller saraydadır. Ama ne zaman İslâmî duyarlılık, o câmi merkezli örgütlenme ve sarayı etkisi altına almaya başlar, o zaman İslâm kültürü içerisinde kelâmcıların ve mutasavvıfların geri plana itilmeye başladığını görürsünüz. Ve “belirleyici ulemâ” dediğim kesim, bu sefer fıkıhcı ve kelâmcılar hâline gelir. Bunlar politik otoriteyle ilişki içindedirler. Bir örnek vereyim. Meselâ Kindî’nin hayâtını ele alalım. Kindî, daha Mutâsım döneminden başlayarak üç-dört kuşağa danışmanlık yapmış, mütevekkil Sünnî birisidir. Mutâsım halife olunca Kindî’yi saraydan kovmuş, kitaplarını alıp yaktırmış ve Kindî hayâta küsmüş. İbn Rüşd ile ilgili meselâ, Alfonso’yla savaşa tutuşana kadar Ebu Yakub Yusuf’la arası çok iyidir, saraydadır; hattâ Yakub Yusuf ona Aristoteles’in eserlerini yorumlamak için önemli kaynaklar da sağlamıştır, onu saray tabibi hâline getirmiştir; ama süreç içerisinde baktığınızda, ilginç bir olguyla karşılaşırsınız: Alfonso ile savaşa tutuşunca, câmi merkezli otoriteler hükümdarın yanında İslâm’ı horgören, felsefeyle ilgilenen, İslâmî geleneklere uymayan birisini barındırdığı dedikodusunu yaymaya başlamışlardır. Savaşta câmi merkezli örgütlenme, halkın desteği önemli olduğu için, Ebu Yakub Yusuf İbn Rüşd’ü sürgüne göndermeye başlamıştır. İbn Rüşd’ü Lucena’ya sürgüne göndermişler. Ve hattâ rivâyete göre câminin önüne İbn Rüşd’ü oturtmuş; “Bu adam dinimizi aşağılamıştır” diye yüzüne tükürttürmüştür, hattâ kitaplarını toplayıp bir kısmını yaktırmıştır vb.. Dolayısıyla, İslâm kültürü içerisinde fıkıhçı ve kelâmcıların egemenliği arttıkça, İslâm dünyasında hem tasavvuf ekolleri hem de felsefe ekollerinin başı sürekli problem içerisine girmeye başlamıştır. Başka bir konudan daha söz edebilirim burada, o da şu: İslâm dünyasında biliyorsunuz ilk defa medrese Şiîlikte karşımıza çıkar, daha sonra 1060 yılından îtibâren Nizâmiye Medresesi kurulur. Nizâmiye Medresesi, Şiîlikle mücâdele ekseni üzerine kurulmuştur. Şiîlikle felsefe arasında, Şiîlikle bu mistik öğretiler arasında da bağ kurulduğu için, Şiîliğin dünya görüşünü yıkmak için o öğretileri de yıkmak gerektiği ifâde edilmiştir. Örneğin Gazâlî’nin felsefeye eleştiri yöneltirken söylediği ilginç bir benzetme vardır: “Şiîlik bir ağaca benzerse, kökü felsefedir. Felsefeyi kurutmaksızın Şiîliği kurutmak olanaklı değildir.” Dolayısıyla medrese tamâmıyla belli bir dînî ideolojinin yaygınlaştırılması için bir merkez olarak ve Şiîliğe karşı bir mücâdele merkezi olarak kurulmuştur. Burada da elbette ki eğitim sisteminin belli bir ideolojik eksene oturtulması ve belli düşüncelere mesâfeli davranılması ve belli düşünceleri İslâm toplumunun dışına itmek için medresenin kullanılmasının da köklü bir rolünün olduğunu söylemek gerekir açıkçası. O yüzden şöyle diyeceğim, son bir cümle olarak: İktidâra hangi ulemânın yakın olduğunun İslâm dünyasında çok belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Hattâ Foucault’nun bakış açısıyla söylersek, “bilgi iktidar ilişkisi” diye nitelendirdiği o jargon üzerinden konuşursak, iktidârın hangi tür bilgiyi ve niçin desteklediği problem alanı İslâm dünyasında hakîkaten belirleyici olmuş gibi gözüküyor.

Ruşen Çakır: Yakın zamâna gelecek olursak, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında İslâmcılık diye bir akım neşet ediyor. Bir anlamıyla Batı sömürgeciliğine tepki yönü de var; ama aynı zamanda da toplumları yukarıdan aşağı İslâmîleştirme programları da var. O akımların gelişmesi, meselâ Arap dünyasında Müslüman Kardeşler ya da Asya’daki birtakım hareketlerle olay artık daha başka bir boyut kazanıyor herhalde. Bir de doğrudan siyâset, yani devletle bağı ne olursa olsun — ki bunların büyük bir kısmı, Arap dünyasındaki Müslüman Kardeşler gibi aslında devletin dışladığı hareketler. Orada işler iyice karışıyor herhalde.
Hasan Aydın: Şöyle söyleyeyim: İslâm dedim ya? İki büyük kriz yaşıyor aslında. Bunlardan birisi, kuzeye yayılınca Müslümanlar fetheden durumundalar. Evet, Araplar henüz entelektüel değiller, o birikimi İslâmîleştirmeye çalışıyorlar. İslâmîleştirince de “duraklama” dediğim olguyla karşılaşıyorsunuz. İkinci büyük kriz 19. yüzyıldan îtibâren başlıyor. Bu sefer Müslümanlar fetheden konumunda değil, fethedilen konumunda. Dolayısıyla Batı’nın seküler, aydınlanmacı kültürünün ve yayılmacı politikasının Ortadoğu’da bir dizayn hareketi başlattığını görüyorsunuz — ki bu hareketin hâlâ bitmediği ortada. Dolayısıyla bu ikinci durumda Müslümanlar yenilme durumuyla karşı karşıyalar. Batı kültürüne karşı Müslümanların geçmişte gösterdiği,kuzeye yayılırken gösterdiği o refleksin aynısını gösterdiklerini zannediyorum. Bunlardan birincisi topyekûn reddedici tutum — ki bu genel anlamıyla baktığınızda, radikal, teröre yönelik eylemlerin temel ideolojisi hâline gelmiş. İkinci büyük husus ise, nasıl ki Ortaçağ’da İslâm’la Helenistik kültür arasında bağ kurdular ve Helenistik kültürün İslâm’a uyan kısımlarını İslâm kültürünün içerisine dâhil ettiler, tıpkı bunun gibi, “İslâm modernizmi” diye nitelendirdiğimiz, işte, Cemaleddin Efgânî, Muhammed Abduh ve benzeriyle ön plana çıkan ikinci bir büyük hareket ortaya çıktı. Bizim kültürümüzde halkımızın anlaması için söylemek gerekirse, bir tarafta Yaşar Nuri Öztürk’ler, Hüseyin Atay’lar, onların İslâm yorumları, modern Batı kültürüyle de İslâm arasında bir ilişki kurmaya çalışan bir kültür; öte yanda ise tamâmıyla bu kültürü sapkınlık olarak gören; hattâ Seyyid Kutub’un falan deyişiyle söylersem, tümüyle Batı kültürünü “cahiliyye kültürü” olarak nitelendiren; Batı’nın hakları, özgürlükleri, kadınlara tanıdığı hak ve özgürlükler, seküler düşüncesi, Batı’nın kapitalist ekonomik modeli vb… tüm bunları “cahiliyye” diye nitelendirerek reddeden ve Müslümanın bu uygarlığı yıkmak için çaba sarf etmesi gerektiğini iddia eden bir bakış açısının ön plana çıkmaya başladığını görüyorsunuz. Tabiî devletlerin Batı toplumuna entegre olmaya çalışmaları, modernize olmaya çalışmaları bu tür hareketlerin aynı zamanda devletlere karşı da büyük mücâdele içerisine girmelerine yol açmış gibi gözüküyor. Ve bu mücâdele içerisinde, biliyorsunuz, meselâ Mısır örneğini ele alabilirsiniz, bâzılarının demokratik yolları da kullanarak başarı sağladıklarını ve devleti topyekûn İslâmîleştirmeye dönük bir hareket içerisine girdiklerini de görüyorsunuz. Ama genelde Batı kültürünün cahiliyye diye gördükleri, Batılı değerleri topyekûn reddeden, Batı’dan yıldırmaya çalışan yaklaşım tarzlarının genelde şiddet eylemlerini ön plana çıkarttıklarını ve Kur’an’a dönüş diye nitelendirdiğimiz bir yaklaşım tarzıyla köktenci bir radikal İslâmî hareket oluşturmaya yöneldiklerini görüyorsunuz. Ve sanırım bugün Batı’da, meselâ “İslâm algısı” diye nitelendirdiğimizde, ilk ön plana çıkan yaklaşım tarzı bu tür hareketler üzerinden, yani Batı kültürünü reddeden hareketler üzerinden ele alınmış gibi gözüküyor. Ama bir de “İslâm’ın modernizasyonu” diye nitelendirdiğimiz bir hareket daha var ki, bu hareket Batı kültürüyle İslâm arasında bağlar kurmaya çalışan daha liberal bir yaklaşım tarzı sergiliyor. Bir örnek vermek gerekirse, işte Taliban'ın İslâm’ı, bu radikal grubun İslâm yorumu. Fazlur Rahman’ın modern yaklaşım tarzı ise, bu Batı kültürüyle entegre olan ve Batı kültürüyle İslâm kültürü arasında bağ kurmaya çalışan bir yaklaşım tarzı olarak karşımıza çıkıyor. Tabiî burada devletin konumu nedir? Meselâ biz Türkiye açısından konuşursak, önemli, çünkü bizim için, bizde uzun süre biliyorsunuz bu radikal İslâmcı eylemlere karşı bir devlet mücâdelesi söz konusuydu. Devlet tekkelerle, tarîkatlarla mücâdele ettiği gibi, bu tür radikal İslâmî gruplarla da mücâdele içerisindeydi. Ama son 20 yıllık sürece baktığınızda, özellikle tarîkatların, cemaatlerin ve hattâ İslâm’ı tümüyle bir din değil de tamâmen bir politik söylem biçimi olarak örgütlemeye çalışan, İslâm’ı bir politik öğreti olarak geliştirmeye çalışan çeşitli yaklaşım tarzlarının Türkiye’de destek bulduğu gibi bir algının ön plana çıkmaya başladığını görüyorsunuz. Dolayısıyla Türkiye’de bu radikal İslâmcı politik söylemlerin ve demin söylediğim tarîkat ve cemaat gibi yapıların devlet örgütünün içerisinde güçlü şekilde ön plana çıkmaları, Türkiye’de yeni bir olguyu da gündeme getirdi. Tuhaf bir biçimde, hem seküler bakanlar hem de yine tuhaf bir biçimde İslâm modernizasyonunu gündeme getirip İslâm’la Batı kültürü arasında bağ kurmaya çalışan yaklaşım tarzlarının radikal bir şekilde ötekileştirilmeye çalışıldığı bir döneme doğru gitmeye başladığımızı görüyorsunuz. İşte tam burada, hatırlıyorsunuzdur, şimdi Mustafa Öztürk’ün “dinsiz” olduğunu söylemek zor, olanaksız. Mehmet Azimli geleneğinin içerisinde varlığını sürdürmeye çalışan biridir. Yaşar Nuri Öztürk’e de dinsiz diyemezsiniz. Ama bunların söylemlerinin bile radikal bir şekilde reddedilmeye çalışıldığı… hattâ biliyorsunuz, Mustafa Öztürk’ün, Mehmet Azimli’nin, daha sonra İlhami Güler gibi biraz daha o geleneğin dışına çıkmaya çalışan ama yine hâlâ kendisini Müslüman kimliğiyle tanımlayan insanların bile linç edilmeye yöneldiklerini görüyorsunuz. Bu linç edilme geleneği, herhalde İslâm kültüründeki klasik geleneğe geriye gittiğimizde şuna karşılık geliyor: Yani kendi düşüncelerine uymayanları kendi Prokrustes’in yatağı diye nitelendirdikleri o yatağa yatırdıklarında, o yatağa sığmayan o düşünceleri ya da düşünürleri dinsizlikle suçlama, tekfirle suçlama — İslâm kültürü içerisinde organik bir suçlama bu. Yani hem reddiye geleneğinde hem de tehâfüt geleneğinde geriye gittiğinizde, gerçekten İslâm kültüründe farklı düşünen insanların, o Prokrustes’in yatağına sığmayan insanların dinsizlikle suçlandığını, yersiz yurtsuz bırakılmaya çalışıldığını görürsünüz. Yani dinsizlikle suçlama öyle bir şeydir ki İslâm kültüründe, İslâm cemaatinin bir üyesi olamazsınız. Gazâlî'nin deyişiyle söyleyeyim: Malınız, canınız, kanınız, eşleriniz diğerlerine helâl hâle gelir. Bunlar sâdece târihte kalmış şeyler değildir. Mısır’da Ebu Zeyd’in başına geldi, biliyorsunuz. Yine 1967-68’li yıllarda Fazlur Rahman Pakistan’da kadınlardan sorumlu devlet bakanı olarak götürüldü, kadın sorununu çözmesi için; ama biliyorsunuz orada radikal gruplar ve gelenekçiler Fazlur Rahman’ı dışladılar, onun üzerine öldürülmesi için komik bir rakam, 25 bin dolar para koydular, düşünün. Yani dolayısıyla Fazlur Rahman gibi dindar olduğundan kuşku duymadığım bir adamın, ama bu Batı kültürüne de sıcak bakan yaklaşımı ve Batı kültürüyle İslâm kültürü arasında entegrasyona olumlu bakan yaklaşımının bile bu radikal gruplar tarafından linç edilmeye çalışıldığını görüyorsunuz. O yüzden şöyle bir şey söyleyeceğim, söylemem gerekir: İslâm kültürü içerisinde bir kafa yapısı oluşmuş durumda. Bu kafa yapısının belli özellikleri var. Birincisi, İslâmîleştirme dediğim özellikle. Eğer bir düşünce İslâmî sınırlar içerisine sokuluyor ise, evet, meşrû olarak kabul edilir. Yani Prokrustes’in yatağına yatırır; kısa gelirse uzatır, uzun gelirse bacaklarını keserek İslâmîleştirirse sorun yok. Bu bakış açısı mutlaka Tanrı odaklı bakmak durumundadır. İslâm dünyasında asla bir seküler düşünce var olamamıştır. Var olması, seküler düşüncenin dindışı bir alanı tanımlaması anlamına gelir. “Tehvid öğretisi” dediğim bir öğreti vardır. İslâm’da din ve dünya ayrımı yoktur. İslâm topyekûn bir düzen ya da nizamdır. Üçüncü gördüğüm, çok ilginç bir biçimde bu düşünce biçimi aynı zamanda târihsiz bir düşünce biçimidir. Gerçi İslâmî kültür içerisinde sosyal değişimi az çok kavramış, Fârâbî gibi, İbn Haldun gibi düşünürler vardır; ama İslâm kültürünün kendi içerisine baktığınızda, sanki İslâm düşüncesinin kendisi, yani Kur’an ve hadisler sanki Platon’un ideaları gibidir. Bunların hiçbir sosyokültürel altyapısı yokmuş gibi düşünülür. Bunlar uzay ve zaman dışıymış gibi düşünülür. Her dönemde geçerliymiş gibi düşünülür. Dolayısıyla İslâm mütefekkirleri Kur’an ve hadisleri saltık, mutlak, aşkın olarak ele alırlar. Onların sosyokültürel, târihsel, dilsel, politik vb. bağlamlarını görmek istemezler. Sanki bütün bu İslâmî öğretiler târih dışıdır, uzay ve zaman dışıdır, Tanrı gibi mutlaktır ve dolayısıyla her dönem için geçerliymiş gibi düşünülür. Dolayısıyla öyle düşününce, “anti-ilerlemecilik” dediğimiz bir bakış açısı vardır; ilerleme fikri olamaz, çünkü zâten din nihâî her şeyi ortaya koymuştur. Eğer hakîkati aramak istiyorsanız, dînin özüne ya da geriye dönmeniz gerekir. Bu yüzden İslâm’da yenilik, bid’at diye düşünülmüş hep. Yenilik hareketleri de sapkınlık olarak düşünülmüş. Yenilik dedikleri şey, Müslümanların daha çok “tecdit” dedikleri, “ihyâ” dedikleri, ata geleneklerini geliştirme ya da ata geleneklerini ön plana çıkartma diye nitelendirdiğimiz bir tutumdur. Bir şey daha söyleyeyim, ondan sonra sözü size bırakayım: Bir de bu İslâm kültürü içerisinde güçlü bir apoloji geleneği vardır. Bu apoloji geleneği tekfirle iç içe bir gelenektir. Yani apoloji ile kastettiğim şu: En iyisine, hakîkatine biz sâhibiz; diğerlerinde, Batı’da vs.’de iyi bir şey varsa, onların hepsi aslında bizden gitmedir ya da ilâhî kitaplardan gitmedir. İlâhî kökü olmayan seküler dünyevî bir düşünce söz konusu olamaz. Bir de her şeye baktıklarında; kâinata, topluma, topyekûn varlığa erekselci bir tarzda yaklaştıklarını görürsünüz. Yani sanki her şeyin bir ereği vardır, o ereği gerçekleştirmek üzere ortaya konmuştur. O ereğin dışında, ereksiz bir dünya tasavvuru, kendiliğindenliği içerisinde bir dünya tasavvuruna izin vermezler. Bu ereklilik düşüncesi aynı zamanda tuhaf bir biçimde, özellikle Eş’arî ve Mâtûrîdî geleneğe bakarsanız meselâ, neden sonuç ilişkisinin bile işlemediği, her şeyi tanrının anlık olarak belirlediği bir dünya görüşüne yol açmış gibi gözüküyor. İşte bu dünya görüşü, modern döneme taşınmaya çalışılıyor ve gerçekten de bu dünya görüşüyle birlikte toplum yeniden buna göre dizayn edilmeye çalışılıyor.

Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir şey hatırlıyorum: Hizbullah Türkiye’de biliyorsunuz çok büyük zulümler yaptı, işkenceler yaptı. O târihte Hizbullah’ın kaçırıp öldürdüğü insanların önemli bir kısmı dindar insanlardı, hatırlayacaksınız.
Hasan Aydın: Tabiî, tabiî.

Ruşen Çakır: Meselâ Konca Kuriş.
Hasan Aydın: Konca Kuriş olayı var meselâ.

Ruşen Çakır: Şimdi ben İzzettin Yıldırım Hoca’nın cenâzesini hatırlıyorum. İzzettin Yıldırım, biliyorsunuz Nurcu kökenli Kürt bir cemaat lideriydi ve Hizbullah tarafından kaçırıldığı evde ölü bulundu. Onun cenâzesine gitmiştim ben; Eyüp Sultan’da kalkmıştı cenâze diye hatırlıyorum ve katılan insan sayısı azdı, çünkü insanlar korkuyorlardı. Katılanların büyük bir çoğunluğu da İslâmcıydı. Yani Hizbullah bir tarafa, diğerleri de İslâmcıydı. Yani hani böyle seküler filan değillerdi. O târihte tanıdığım bâzı İslâmcıların bana şunu dediğini hatırlıyorum cenâzede: “Bunlar bizi de keser.”
Hasan Aydın: Evet.

Ruşen Çakır: Şimdi burada sonuçta, “Bunlar bizi de keser” diyenlerin çoğulcu bir perspektife sâhip olduğunu düşünmüyorum. Hani belki biraz, Hizbullahçılar kadar sert değillerdi. Ama böyle de bir realite var. Yani sonuçta birden fazla gerçek fikre sâhip olduğunu düşünen İslâm yorumu, meselâ IŞİD var. IŞİD’in yayınlarına baktığınız zaman, herkes kâfir — ya da El-Kaide’nin veya zamânındaki Hizbullah’ın yayınlarına baktığınız zaman. Sonuçta dozları ne olursa olsun hepsinin aslında birbirleriyle de derdi var.
Hasan Aydın: Şunu söyleyeyim, anladım dediğinizi, yani şunu biliyorsunuz: Cemaatler birbirlerini tekfir ediyorlar. Yani biliyorsunuz, hepimizin gördüğü bir şey. Bir cemaat diğer cemaati dışlamaya çalışır, kendi içlerinde de ötekileştirme var. Zâten bunu söyledim. İslâm’ın içerisinden çıkmış bunlar; Mürciye de İslâm’ın içersinden çıkmış, Şiîlik de, Eş’arîlik de, Mâturîdîlik de; işte diğer itikâdî, fıkhî mezhepler de. Ama her mezhebin diğerini tekfir ettiğini görüyorsunuz, yani hakîkate kendisi sâhip. Geleneğin içerisinde var zâten bu. Ha, şunu diyebiliriz: İslâm kültürü Batı kültürüyle karşılaşınca, nasıl ki Helenistik kültürle karşılaştığında Fârâbîler, İbni Sînâlar, İbn Rüşdler yetişti, tıpkı bunun gibi Batı kültürüyle karşılaşınca da yeni bir entelektüel kesim çıktı. Bu kesim tuhaf bir biçimde –veya tuhaf değil de ilginç bir biçimde– şu evrene ilâhî bir bakışın ön plana çıkması gerektiğini söyledi ve İslâm’ın aslında Batı normlarının dışında bir şey taşımadığı, aslında Batı normlarıyla İslâm arasında paralellik kurulabileceği, İslâm’ın da kendi içerisinde bir hoşgörü, tolerans kültürünün, demokratik bir kültürün inşâ edilebileceği fikri ön plana çıkmaya başladı. Siz de biliyorsunuzdur, meselâ demokrasiyi meşrûlaştırmak için Kur’an’daki “şûrâ” sözcüğüne geriye gitmeye kalkıştılar. İslâm’da şûrâyı ön plana çıkartıyor. İşte, “İslâm, kadınlara hiç hak verilmediği ortamda kadın haklarını geliştirmeye çalıştı” gibi söylemler ön plana çıkarıldı. İşte, demokrasi bağlamında, Kur’an’daki “Sizin dininiz size, benim dinim bana” gibi söylemleri ön plana çıkartmaya başladılar. Ama zihinlerinin gerisine gittiğinizde, ister radikal terörist eylemler, isterseniz bu İslâm modernistleri, hangisine geriye giderseniz gidin, kafasının gerisinde şöyle bir düşünce var: Dünya, düşünce ikiye ayrılıyor, “hak” ve “bâtıl” diye. Hak düşünce için bu şeylere bakarsanız, daha köktendinci ve teröristleşmiş eylemlere bakarsanız, onlar size şunu söylerler: Kur’an’dan sürekli âyet okurlar, biraz Hâricîlere benziyorlar. Hâricîler var ya? “Lâ hükme illâ lillâh” demişler, yani “Allah’ın hükmünden başka hüküm olamaz” diye, Kur’an’daki âyetleri bağlamlarından da kopartarak onları sloganlaştırmışlar ve oradan yola çıkarak “cihadcı İslâm” dediğimiz bir İslâm yorumu gündeme getirmişler. Ama onların da temel kaynağı yine Kur’an ve Hz. Muhammed’in uygulamaları. Beri taraftaki modernistlere baktığınızda, onlar Kur’an’ın kavramlarının içeriğiyle oynayarak, te’vil ederek, tefsir ederek Batı kültürüyle uyumlu hâle getirmeye çalışmışlar. Meselâ Kur’an’da kadını dövmekten söz eden darp âyeti mi var? Onu te’vil edip değiştirmeye çalışmışlar. İşte, Kur’an’da kısasa kısas mı var? Kısas âyetini te’vil edip yumuşatmaya çalışmışlar vb.. Hadislerden geliyorsa, meselâ recm etme gibi birtakım uygulamaları, “haber-i vâhiddir, tek kişi haberidir” diyerek reddetmeye yönelmişler. Ama sorun şu: Düşüncenin kaynağı geriye, dîne gidiyor. Ben o yüzden, yatakları biraz farklı diyorum. Meselâ bu köktendinci terörist eylemlerin yatağı daha dar bir yatak ve o yatak daha literal bir İslâm yorumuna dayalı, daha köktenci ve daha literal. Ama beri taraftakinin de temelde bir yatağı var, o biraz daha geniş bir yatak. Te’vil yoluyla, yorum yoluyla, Batı kültürü ile İslâm kültürü arasında bağlar kurmaya çalışan, kuramadığında ise Batı kültürünün o unsurlarını reddetmeye çalışan bir İslâm. O yüzden şunu söylemek gerekir: Düşüncenin meşrûiyeti hâlâ Prokrustes’in yatağı. Bu şu demek: Ne köktendinci terör eylemlerine bulaşmış olanlar ne de İslâm modernistleri seküler bir düşünceye tahammül ediyorlar. Maalesef insan düşüncesinin, insanın bilişsel yetilerinin dînî referans almaksızın insan-insan ilişkileri, insan-toplum ilişkisi ve insan-doğa ilişkisi bağlamında çeşitli yöntemler geliştirerek bilgi üretebileceği fikri yok bunlarda. Dolayısıyla aslında Fazlur Rahman bir İslâm modernisti olarak bir şeyi görmüş gibi görünüyor. Biraz ayrı bir yeri var, sık sık şunu söylüyor: “Bizim İslâm kültüründe” diyor, “akıl hep dogmalara bağlı olarak işletildi ve insan aklının özgün, yaratıcı bir fikir, yeni bir düşünce ortaya koyabileceği fikri genelde reddedildi. Ortaçağ’da İslâm filozoflarının akıl anlayışına baktığınızda, hâlâ âtıl bir akılcılık var. Oysa modern akıl eleştirel bir akıl, modern akıl yaratıcı bir akıl, modern akıl sorgulayıcı bir akıl, modern akıl edilgin değil etkin bir akıl. Dolayısıyla kurucu bir unsur. Dolayısıyla İslâm kültürü bu yaratıcı, etkin aklı dâima dışlıyor” diyor. Ne yapıyor? Aklı her dâim rivâyet merkezinde, gelenek merkezinde kullanmaya başlıyor. O yüzden aklı özgürce kullanmaya kalktığınızda, İslâm toplumunda kâfir sayılıyorsunuz— modern dille söylersem: “Vatan hâini” sayılırsınız ya da “Batılıların ajanı” derler size. Yersiz yurtsuz bırakmaya çalışırlar ve sizi halka linç ettirmeye çalışırlar. Dinsizlik suçlaması bu anlama geliyor. “Dînimize küfrediyor, dînimizi aşağılıyor, dînimizi eleştiriyor” diye bir o bağlamda yaparlar. İkinci olarak da, bu olmuyorsa, iktidarlar kullanılarak –eğer çeşitli cemaatlerin ve çeşitli grupların iktidar üzerinde güçleri varsa–, hukuk araç olarak kullanılır ve hukuk yoluyla bu yapılmaya çalışılır. Üçüncüsü ise, bu tür yaklaşım tarzlarını kökten engellemek için eğitim sistemi komple bir İslâmî dünya görüşüne göre yeniden dizayn edilmeye çalışılır. Dolayısıyla şunu söylemem gerekir: Bu insanların, evet sizin de dediğiniz gibi aralarında nüanslar olsa da, geriye gittiğimizde, egosentrik bakma, erekselci bakma, târihsiz bakma, ilerleme fikrini ortadan kaldırma, tekfirci düşünme biçimi… bunların hepsinde var, her grupta var gerçekten. Meselâ Yaşar Nuri Öztürk modern bir adam gibi görünür; ama Yaşar Nuri Öztürk de kendi din algısına, kendi din yorumuna uymayanları sapıklıkla suçluyordu. Bu aslında şeye benziyor: Gazâlî İbn Rüşd’e dinsiz dedi; İbn Rüşd de Gazâlî’yi eleştirirken, “Bu adam dîni yıktı, dîni yerle bir etti. Bu adam dinsizlik yapıyor” diyor. Hiçbir şey değişmedi. Sâdece dînin nasıl anlaşılacağı konusu, nasıl yorumlanacağı konusunda fark var. Birisi daha dar, daha literal, daha zâhirî anlama bağlı, öbürü ise biraz daha esnek, biraz daha yorumcu; ama sonuçta yine hakîkate sâhip olduğunu, o hakîkatin kendisinin elinde olduğunu düşünen, o hakîkate uymayanları dinsizlikle suçlayan bir yaklaşım tarzı. Ben “Prokrustes yatağı”nı bu yüzden kullanıyorum. Eskiden şeyi kullanırdım; “İslâm Damokles’in kılıcı”nı kullanırdım. Damokles’in kılıcı değil İslâm. İslâm gerçekten Prokrustes’in yatağı gibi kullanılıyor. Bugün bile öyle. Politikada, kültür alanında, eğitim alanında Prokrustes’in yatağı.

Ruşen Çakır: Peki, son olaya gelip bağlayalım. Bu Diamond Tema vakasında çok bâriz bir olay var. Onun yaptığı, hadis kitaplarından bir şey aktarıyor, eleştirel bir şekilde aktarıyor ve bu hadis kitapları Diyânet tarafından basılan kitaplar. Yani kitaplar toplatılmış, yasaklanmış falan değil. Ama birisi bunu yaygın bir şekilde YouTube'da dile getirdiği zaman, olay birdenbire başka bir yere gidiyor ve devlet eliyle bir müdâhale oluyor. Burada tabiî ki çok ciddî bir şekilde ifâde ve düşünce özgürlüğü meselesi var; ama bir de bu realite var. Realite dediğim, en azından bu rivâyetin devlet tarafından çoğaltılması diye de bir gerçek var sanki.
Hasan Aydın: Şunu diyeceğim kabaca; bu olay gerçekten akıl alacak gibi bir olay değil. Tuhaf bir biçimde, seküler düşünen birisiyle ya da agnostik olduğunu söyleyen birisiyle şerîatı savunan birisi karşılıklı konuşurken, biri oturup, “Şerîat istiyorsanız eğer, şerîatın içinde bu tür olgular da var” diyerek sahih hadis kitaplarında yer alan bir metni okuyor ya da metni anlatıyor. “Ben bunu kabul edemem” diyor ve çok ilginç bir biçimde iki kişinin yaptığı bir tartışma bu, entelektüel bir tartışma. Kişiler, evet, farklı düşünebilirler; ama bir süre sonra devlet eliyle olayın üzerine gidilmeye başlandığını ve çocukla ilgili yakalama karârı çıkartıldığını ve çocuğun dışarı kaçmak zorunda kaldığını görüyorsunuz. Hattâ o bölgelerde IŞİD’in çocuğu tehdit ettiğini ve onu kara listeye aldığını vs. okuyoruz değil mi, tuhaf bir şekilde? Burada aslında yapılan şey ne bence? Ortada hakaret falan filan yok. İslâm literatürü içerisinde yazılmış şeyler. Eğer hakaret varsa, Diyânet onları kendisi temizlemeli. Çünkü Diyânet’in kendi bastığı kitaplarda var bunlar. Hem o kitaplar, biliyorsunuz, bizim vergilerimizle basılıyor, yani orada bunlar yer alıyor. Eğer Diyânet istiyorsa bunları kendisi elemeye kalksın. Ama hangisini eleyecek? Ben size bir şey söyleyeyim mi? Diyânet’in bastığı Kütüb-i Sitte içerisinde, hadis kitapları içerisinde daha neler var neler, kimsenin bilmediği. Eğer onları Kütüb-i Sitte’de geçmediğini söyleyerek okusanız sizi tutuklarlar — yani insan hak ve özgürlüklerini hiçe saydığınız için. O yüzden aslında burada asıl sorun şu: İslâm’ın temel kaynakları diye nitelendirdiğimiz o kaynaklarda ne tür bilgilerin olduğu. Dikkatinizi çekerse, o bilgilere bile tahammülü olmayan belli bir kesim var. Aslında buna tahammülü olmayan insanlar bunları biliyorlar. O bilgilerin bir kısmını kendileri de savunuyorlar, savunanlar var içlerinde. Biz biliyoruz. Ama burada asıl mesele neydi biliyor musunuz? Seküler bakan agnostik birisinin, şerîat savunusu yapan birisi karşısındaki üstünlüğü. Dolayısıyla bu kötü bir örnekti ve şerîat eleştirisinin engellenmesi diye nitelendirdiğim bir olguyla bizi karşı karşıya bırakmaya çalışıyorlar. Yani aslında verilen bir gözdağı — politik olarak da öyle. “Bu ülkede Kemalizm bitti, 22 yıldır İslâmî bir dünya görüşü kurduk ve egemenliğimizi gittikçe artırıyoruz. Eğitim sistemini de İslâmîleştirdik zâten 20 yıldır. Siz seküler olarak artık bu mahallede salyangoz satamazsınız” demeye çalışıyorlar. Ve siz bu şeyin içerisinde, onların deyişiyle söylersem: “Ne din eleştirisi yapabilirsiniz, ne şerîat eleştirisi yapabilirsiniz, ne de seküler, materyalist, pozitivist görüşleri savunabilirsiniz” demeye getiriyorlar. Ben size söyleyeyim, bu aslında iflâsın bir eşiği. En çok kültürel anlamda, eğitimde başarısız oldular, kültür politikalarında başarısız oldular. 22 yıldır yaptıklarına rağmen, hâlâ kültür olarak Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte gelen o laik, seküler kültür devam ediyor. Daha da ilginci, İslâmî kesim içerisinde büyük fire verdiler. İslâm’ın içerisinde, Hamdi Tayfur’la program yapmışsınız; ilâhiyat fakültelerinde çalışan, dinsiz olduğunu söylemekten bile çekinmeyen insanlarla karşılaşmaya başlıyorsunuz. Dolayısıyla Diyânet’in içerisinde, kendi içerisinde, din dersi öğretmenlerinin içerisinde seküler, laik bakan insanlar var. İslâmcılığın içerisinden gelen laikleşmiş insanlar var ve bunlar daha köklü eleştiriler yöneltmeye başladılar. Şimdi bunun önünde dur demenin yolu var: Devletin araçlarını sopa olarak kullanmak. Ben o yüzden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aslında kendi kodlarından, kültür kodlarından uzaklaştığını ve tamâmıyla… aslında sorun şu: Şerîatı savunmak anayasamıza aykırı. Onun soruşturma edilmesi gerekirken, onun yargılanması gerekirken, “Ben şerîatı eleştiriyorum, şerîat istemiyorum, şer’î yönetime karşıyım” diyen birisinin Türkiye’de yersiz yurtsuzlaştırılması söz konusu. Bu bir gözdağı aslında. Başka bir şey daha var: “Neyin düşünülüp neyin düşünülemeyeceğini, neyin savunulup neyin savunulamayacağını da biz belirleriz” demeye çalışıyor. Şimdi devlet öyle bir şeye geldi ki, devlet sanki –“Prokrustes’in yatağı” demiştim ya İslâm için?–, İslâm’la devlet iç içe girdiği için Prokrustes’in yatağı “devlet İslâmcılığı” diye nitelendirdiğim bir yaklaşıma doğru evrilmiş durumda. Ve bu, açık biçimde söylemek gerekirse, dînin dışına çıkmış demek. Marx’ın güzel bir lâfı var, diyor ya: “Teoloji eleştirisi yapmak din eleştirisi yapmak değildir”. Hukukun, sanatın, felsefenin vs.’nin eleştirisini yapmak. Eğer siz dîni politik bir ideoloji hâline getirir dayatırsanız, o artık din değildir bir ideoloji nesnesidir, dünyevî bir şeydir, politik bir şeydir, eleştirilmeyi hak eder. Ama Türkiye’de şunu da görüyorum, onu söylemeden edemeyeceğim: Türkiye’de sosyalist kesim zâten yok gibi, sosyal-demokrat kesim bile seküler değerlere sâhip çıkmakta zorlanıyor. Aslında Türk toplumuyla ilgili yapılan bir araştırma var biliyorsunuz, 2023 yılına âit: Türk toplumunun %76’sı laik bir ülkede yaşamak istediğini beyan etmiş. Aslında halkımız, laik bir toplumsal yaşamı içselleştirilmiş gibi gözüküyor. Dolayısıyla şunu anlamaları gerekiyor aslında: Nasıl din propagandası yapmak serbestse, din eleştirisi, hele politikleşmiş din eleştirisi yapmak da bu kadar mübah ve serbesttir. Dolayısıyla bu, Türk toplumunun ısrarla işlemesi gereken önemli noktalardan bir tânesi. Şimdi Türkiye’de bu din eleştirisi artmaya başladığı için, şerîat eleştirisi artmaya başladığı için, bu sefer devletin ideolojik aygıtlarının kullanılmaya başladığını görüyorsunuz. Ben çocuğa üzülüyorum gerçekten; çünkü bir insanı yersiz yurtsuzlaştırmak, insanın peşine terör örgütlerinin takılması, insanın hayâtını çekilmez kılabilir. Ama bu ülkede biz bunlara alışkınız. Bu ülkede bir linç kültürü, bu ülkede kendisi gibi düşünmeyenleri vatan hâini îlân etme, kâfir îlân etme, öteki îlân etme ve Batı’nın ajanı îlân etme gibi pek çok olguyla karşılaşıyorsunuz. Bana da belki şey diyebilirler: “Batı’nın ajanlığını yapıyor” diyebilirler. Ben sıradan bir öğretim üyesiyim, kendi başıma olan bir öğretim üyesiyim, fikirlerimi de her ortamda söylüyorum. Niye söylüyorum onu da söyleyeyim: Onlar söylüyorsa bizim de söyleme özgürlüğümüz var. Bunu herkesin söylemesi gerekiyor. Nasıl din propagandası yapma özgürlüğü varsa, din eleştirisi yapma özgürlüğü de vardır. Ha, diyorlar ki: “İnanç ve ifâde özgürlüğünü eleştiriyor musun?” Anayasamızda da var inanç ve ifâde özgürlüğü. Bir daha söylüyorum: Eğer bir inanç sistemi insanların hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırıyorsa, farklı düşünen insanları ötekileştiriyorsa, şeytanlaştırıyorsa, kâfir îlân ediyorsa, mürted îlân ediyorsa, onun üzerine hücum ediyorsa, o artık bir inanç olmaktan çıkmıştır, ideolojinin alanındadır ve ideoloji eleştiriye açık bir şeydir ve eleştirilmelidir. Aksi takdirde demokratik ve özgürlükçü bir kültür zâten kuramayız. Ha, inanç eleştirisi yapılamaz mı hiç? Ben buna da karşı çıkıyorum. İnanç eleştirisi neden yapılmasın? Hz. Muhammed putperestleri eleştirmedi mi? İslâm dünyasında ortaya çıkmış mezhepler diğer mezhepleri eleştirmedi mi? Cemaatler bugün birbirini eleştirmiyor mu? Niye farklılıklara hoşgörü göstermiyorlar, niçin karşı çıkıyorlar? Seküler olan da seküler şeylere inanıyor olabilir. Niye onun inancına saygı duymuyorlar? Niye onu ötekileştirmeye, yersiz yurtsuzlaştırmaya çalışıyorlar? Ha, demek ki ne târihsel olarak ne de epistemolojik olarak inanç eleştirisinin olanaksızlığı diye bir şeyden söz edemiyoruz. Yani târihsel açıdan da inanç eleştirisi dediğim bir olgu vardır, epistemolojik açıdan da inanç eleştirisi dediğim bir olgu vardır. Ha, burada sınır nedir? Burada sınır aşağılamamaktır, hakaret etmemektir. Yoksa entelektüel olarak her şey tartışılabilir ve her şey tartışılmalıdır. İnsanlar birbirlerine şiddete çağrı yapmadığı sürece her şey tartışılabilir bir demokratik ülkede. Bunlar düşünce özgürlüğünü şöyle zannediyorlar: “Prokrustes’in yatağına oturan her şeye düşünce özgürlüğünüz var, ama onun dışına çıkarsanız yok”. Öyle düşünce özgürlüğü olmaz ki. Düşünce özgürlüğü ne demek biliyor musunuz? Karşı taraftaki insanın düşünceleri sizi tedirgin ediyorsa, rahatsız ediyorsa, diken üzerinde oturtuyorsa sizi ve siz hâlâ onun onu söyleme hakkının olduğunu, onu gündeme getirme hakkının olduğunu düşünüyorsanız, onu anlamaya çalışıyorsanız, o zaman sizin düşünce ve ifâde özgürlüğüne inandığınız söylenir. Aksi takdirde sizin gibi düşünen ya da size yakın düşünenler… Düşünce özgürlüğü değildir ki o, kendinizi onaylatmaktır. Düşünce özgürlüğü, karşıt fikirlerin alenî olarak tartışıldığı bir ortamı gerektirir. Dolayısıyla düşünce özgürlüğü kendinden olana değil; tam tersine seni tedirgin edene, söylediği argümanlarla seni yerle bir edene, seni diken üzerinde oturtana, ona karşı gösterilen bir şeydir. O yüzden bu hoşgörü ve tolerans kültürü oturmamış gibi gözüküyor. Bir de bir şey söyleyeyim; seküler bir ülkede birisi, “Ben kutsal kitaplara inanmıyorum, hiçbir şeye inanmıyorum” diyebilir. Elbette diyebilir yani. Bunu kim engelleyebilir ki? Devlet buna karışabilir mi? Devlet insanların neye inanacağına karışır mı? Devlet insanların ne yiyip ne içeceğine karışır mı? Devlet insanların nasıl sevişeceğine karışır mı? Karışmaz. Karışıyorsa, ben size söyleyeyim, o liberal bir devlet değildir. Ona biz faşist devlet diyoruz. Faşist devletlerin olduğu yerde, hepiniz biliyorsunuz, dînin belli bir yorumuyla o iktidar her zaman uzlaşı içerisine girmiştir ve din ile iktidar birleşerek öteki üzerinde sürekli baskı, sürekli bir Damokles kılıcı gibi, sürekli bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Türkiye yanlış yöne doğru savruluyor. Türk entelektüellerinin bu açıdan hemen her konuyu sağduyuyla, sükûnetle ve entelektüel bir ortamda tartışma geleneği oluşturmaları gerekir. Buna iktidârın karışmaması gerekir.
Diamond Tema olayından kısa bir süre sonra ben bunu yorumladım ve sizin söylediğinize benzer şeyler söyledim. Ve orada seküler, agnostik birisinin şerîat isteğine karşı bâriz bir üstünlüğü olduğunu ve bunun bir rahatsızlık yarattığını, zâten yukarıdan aşağı İslâmîleştirmenin ters tepkiler verdiğini söyledim. Daha sonra bir izleyici, Diamond Tema’nın bir videosunda bozkurt işâreti yaptığı bir görüntüyü bana yolladı ve şöyle bir şey dedi, benim solcu olduğumu bildiği için: “Hâlâ bu adamı savunuyor musunuz?” dedi. Ben de ona dedim ki: “Ben o gencin siyâsal olarak nerede durduğunu zâten biliyorum. Ama zâten önemli olan, benimle aynı çizgide olmayan birisinin özgürlüğünü savunabilmektir” diye söyledim. Ve bayağı da tâkipçiler içerisinde bunu takdir edenler de oldu. Evet, sizin de dediğiniz gibi; benim gibi düşünen insanların görüşlerini savunup destek verdiğim zaman, düşünce özgürlüğü savunuculuğu değil, en fazla, kendini haklı çıkarmak oluyor bu.
Evet, yayınımızın sonunda bir teknik aksaklık oldu. Ama Prof. Hasan Aydın’la her şeyi konuştuk. Çok doyurucu bir yayın oldu. “İslâm kültüründe düşünce ve ifâde özgürlüğü var mı?” konusunda târihten örneklerle 19 Mayıs Üniversitesi felsefe bölümünden Prof. Hasan Aydın bizleri aydınlatan çok önemli şeyler söyledi ve özellikle de son Diamond Tema olayında neyin neden olduğu konusundaki saptamalarının altını bilhassa çizmemiz gerekiyor. Prof. Hasan Aydın’a çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
14.10.2024 Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
09.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 26 gün - 7 Ekim’in birinci yılında Ortadoğu
08.10.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Türkiye’nin gündeminde “muhâlefet boşluğu” var
08.10.2024 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: Silivri Postası
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
03.10.2024 Aydın Selcen ile söyleşi: İran-İsrail gerginliğinin geleceği
03.10.2024 Arzu Yılmaz ile söyleşi: Ortadoğu alt üst olurken Türkiye ve Kürtler
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı