Prof. Mehmet Gürses ile söyleşi: ABD’nin Türkiye sevdası ve Kürt mecburiyeti

10.09.2025 medyascope.tv

10 Eylül 2025’te medyascope.tv2de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri, Kürtler... Bu üç şey bir arada yıllardır telaffuz ediliyor. Dün Irak’tı, sonra Türkiye’ydi, şimdi Suriye. Burada bu üçgen nasıl kuruluyor, nasıl kurulacak? İşte bunları bu konunun bir uzmanıyla, Orta Florida Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Mehmet Gürses’le konuşacağız. Hocam, merhaba.
Mehmet Gürses: Merhaba Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Sizin 3 yıl önce çıkmış bir yazınız var. Önümde duruyor. Kürt Tarihi dergisinde çıkmış: "Amerika'nın Kürt Mecburiyeti" diye. Ama bunun içerisinde birkaç yerde de ABD’nin Türkiye sevgisinden de bahsediyorsunuz. Ben bunların ikisini harmanlayıp bir başlık yapmanın daha uygun olacağını düşündüm ve bu ikisini birlikte bir konuşalım, biraz tarihsel perspektifte. Şimdi ABD’nin Türkiye sevgisinin ilk temelinde tabii Soğuk Savaş ve NATO gibi hususlar var herhâlde, değil mi?
Mehmet Gürses: Evet.

Ruşen Çakır: Onu biraz anlatabilir misiniz? Bu sevginin gelişimi nasıl oldu? Karşılıklı bir sevgi mi öncelikle?
Mehmet Gürses: Ruşen Bey, sizi görmek çok güzel. Teşekkür ediyorum davetiniz için tekrar. Ben izninizle bu girizgâhı biraz uzatarak yapmak istiyorum, sohbetimize bir altyapı oluşturması açısından.

Ruşen Çakır: Tabii tabii.
Mehmet Gürses: Şimdi bizi izleyen, dinleyen arkadaşların haklı olarak bazen sordukları şöyle bir soru oluyor bizim gibilere, çünkü sürekli kullandığımız bir kavram var, o kavram da uzun vade. ‘‘Uzun vadede şöyle olur, uzun vadede böyle olur.’’ diye. Haklı olarak insanlar, dinleyenler "Ne kastediyorsunuz? Uzun vade dediğiniz şey ne?" diyorlar. Şimdi uzun vade kavramını ben en azından kendi açımdan izah etmeye çalışırken bir neslin ne zaman dönüştüğünü, yeni bir neslin ne zaman ortaya çıktığını irdelemek için söylüyorum. "Nesil kaç yıl sürer, kaç yıl sonra yeni bir nesil ortaya çıkar?" sorusuna cevap verirken de elbette günümüzde, 2025 yılında bu soruya cevap verdiğimizde cevabımız farklı olacak. 100 sene, 500 sene önceki nesil kavramı tabii ki farklıydı. Ben buradan yine İbn Haldun'un nesil kavramına ve nesil tanımına atıf yaparak başlamak istiyorum. İbn Haldun nesli 40 yıl olarak tarif eder ve bunun da çok enteresan bir açıklamasını yapar. Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan çıkan Yahudi halkının çöllerde 40 yıl boyunca Allah tarafından dolaştırılmasının bir tesadüf olmadığını, o 40 yıllık süre boyunca eski geleneklerden, göreneklerden ve adetlerden temizlendiklerini ve kurtulduklarını söyleyerek "Nesil yaklaşık 40 yıl sürer." der. Şimdi tabii, az önce söylediğim gibi, 1950'lerde bile, 1900'lü yılların başında bile, bırakın 1400'lü yılları, İbn Haldun'un yaşadığı dönemi, şartlar çok farklıydı. Günümüze geldiğimizde bir nesil yaklaşık 20 yıldır. Hatta bunu 16 yıla kadar indirenler var. Yani kısacası, şu anda doğan çocuklar liseyi bitirme çağına geldiklerinde yeni bir nesli teşkil ederler. Şimdi bunu sizin sorunuza getirdiğimizde; Soğuk Savaş döneminde, 1980-1990'lara geldiğimizde, 1990'lara kadar Soğuk Savaş döneminde Türkiye-Amerika ilişkileri ve Kürt-Amerika ilişkileri çok farklı bir platformda ele alınıyordu. Birincisi, o dönem malum nedenlerden dolayı Türkiye’nin laik, demokratik bir cumhuriyet olması ve aynı zamanda komünizm ve Sovyetler tehlikesinin önündeki en önemli devletlerden biri olması hasebiyle Amerika’nın çok değer verdiği bir aktör ve ülkeydi. Türkiye'nin Amerika ilişkilerine, ben buna ‘‘Amerika'nın Türkiye'ye olan derin sevdası’’ diyorum. Bu derin sevda aslında son 10 yıla kadar devam etmiş durumda. Bu derin sevdanın sadece jeopolitik yeri yoktur. Yani Amerika-Türkiye ilişkilerinde tabii ki menfaatler ön plandadır ama aynı zamanda laik cumhuriyetin temsil ettiği değerler ile Batı değerlerinin örtüşmesi ve aynı sayfada olmalarından dolayı orada çok önemli bir derin bir sevdadan bahsediyorum. Soğuk Savaşın bitmesiyle, yani 2000-2010 yıllarına baktığımızda, 2010-2020 yıllarına baktığımızda, yavaş yavaş değişen bölgesel ve global dengelerde Türkiye'nin yavaş yavaş eski kimliğinden ve eski değerlerinden uzaklaştığını görüyoruz. Aynı zamanda 2010-2020 yıllarında Irak'ta Amerika'nın Kürtlerle olan iş birliğinin derinleştiğini, Kürtlerin çok önemli bir aktör haline geldiğini görüyoruz. 2005 Anayasası'nda Kürtler resmîyet kazandı. Irak federal bir hükümet hâline geldi ve Kürt dili Arapçanın yanında ikinci bir resmî dil olarak kabul edildi. Bundan yaklaşık 5-6 yıl sonra, 2010'lu 2011'li yıllarda Suriye'deki iç savaşla beraber Kürtler Amerika'nın fiilî, de facto partneri hâline geldiler. Dolayısıyla bu az önce sizin söylediğiniz Türkiye-Amerika-Kürt üçgeninde bunları ele alırken bir taraftan Amerika'nın Türkiye'ye olan derin sevdasının az önce bahsettiğim nedenlerden dolayı yavaş yavaş gevşediğini görüyoruz. Bu iki taraflı bir gevşeme ama aynı zamanda, Türkiye'deki değişimleri göz önüne almak lazım ve bu Türkiye-Amerika sevdasının yavaş yavaş gevşediğini göz önüne aldığımızda, aynı zamanda paralel bir şekilde Amerika'nın Kürtlere olan mecburiyetinin Irak ve Suriye'de giderek derinleştiğini görüyoruz. Ben buna ‘‘Amerika'nın Kürtlere olan mecburiyeti’’ diyorum. Çünkü Türkiye'ye olan sevdasından ve ilişkisinden farklıdır. Henüz Kürt-Amerikan sevdasından bahsedemeyiz. Orada çok ciddi stratejik ve taktiksel bir iş birliği var. Yani 2020 ile 2030 yıllarına geldiğimizde, yani 10 yıllık süreçlere dikkat etmek lazım, 2020-2030 arasında, önümüzdeki 3-5 yılda Amerika'nın Türkiye sevdası ve Kürt mecburiyetinin bir şekilde bir sona bağlanacağını tahmin ediyorum.

Ruşen Çakır: Bir şeyi sormak istiyorum. Makalede göremedim ya da kaçırdım, hızlı okudum çünkü. Şimdi 90'lardaki Kürt, Irak'taki Kürt hareketinin ortaya çıkışı, Saddam'dan kopuş falan... Ama biliyoruz ki daha önce de Molla Mustafa Barzani'nin bir şeyi var 70'li yıllarda, Irak'ta. Hatta İran'da da Kürtlerin birtakım şeyleri var. O tarihlerde mesela ABD'nin Kürtlere bakışı çok da kol kanat geren bir bakış değildi herhâlde, değil mi? Esas Kürtlerin bir tür hamisi gibi gözükmesi 90'lar ve Irak'la başlıyor herhâlde.
Mehmet Gürses: O 1990'lar ve 2000'lerin aslında sizin de dediğiniz gibi 1970'lerden ve 80'lerden çok farklı birkaç özelliği var. Bence onun altını çizerek başlarsak belki daha rahat bazı genel sonuçlara varabiliriz. 1970'ler, 80'ler özellikle Soğuk Savaş döneminde Amerika'nın özellikle Irak Kürtlerine ve kısmen de İran Kürtlerine göz kırpması çok taktikseldi. Şimdi 2000'li yıllardan sonra, 2010'dan sonra özellikle çok önemli bazı değişimler oldu. Sadece Suriye'de rejim yıkılmasına yol açan bir savaştan bahsetmiyoruz. Sadece Irak'taki Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından bahsetmiyoruz. Aynı zamanda daha önce pasif olan ve defansta olan iki önemli ülke çok net bir şekilde bölgesel planlar yapmaya başladı. Yani malumunuz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika denince özellikle Türkiye, İran ve Mısır'dan sürekli bahsedilir. Bunlar aslında bölgenin en önemli devletleri olarak kabul edilir geleneksel olarak baktığımızda, ki doğrudur. Türkiye, İran ve Mısır bölgenin en önemli, devlet geleneği en sağlam olan üç devletler arasındadır. Doğrudur. Ama son 10-15 yılda bu kervana çok önemli iki ülke katıldı. Birincisi, Suudi Arabistan'ın o çok pasif dış politikasını terk edip agresif bir dış politikaya başlaması var, özellikle Muhammed bin Selman'la beraber yeni bir Suudi Arabistan görüyoruz. İkincisi, İsrail'in defans yapmaktan çıkıp, savunma pozisyonundan çıkıp çok net bir şekilde "Bölgenin en önemli aktörleri arasında ben de varım." dediği ve bunun da karşılığı olarak çok farklı devletler ve farklı gruplarla ilişkiler kurmaya çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla 1980'ler, 90'lardaki Kürtlere olan ilgi ile şu anda olan ilgi çok farklı kontekstlerde gerçekleştiği için Kürtlerin şu anda sadece bölgesel değil, aynı zamanda global dengelerin de bir parçası olduğu, uluslararası bir boyut kazandığı bir denklemden bahsediyoruz. Kürtlerin yaşadığı dört ana ülke var malumunuz: Türkiye, İran, Irak ve Suriye. Eğer devletler bağlamında bakarsak, Kürtlerin neredeyse 100 yıl boyunca karşı mücadele verdiği, savaştığı o dört ülkeden ikisi artık yok: Suriye ve Irak. Dolayısıyla devletler bazında baktığımızda %50’lik bir azalma var. Devletlerin Kürtlere olan mücadelesinde çok önemli bir farklılık var. Ve Suriye'den Irak'a, Irak'tan İran'a giden hatta yıkılan, gevşeyen en azından bir devletler yapısı var. Ulus devletler yapısı var. Bütün bunlar değişirken Amerika'nın ve İsrail'in ve bölgesel güçlerin Kürtleri aslında çok net bir şekilde eskisinden farklı olarak dikkate alması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Suriye'nin yıkılması aslında benim "Kürt mecburiyeti" dediğim süreci daha da derinleştirmiş oluyor.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var. Mesela Irak örneğini yaşadık. Irak'ta Kürtler bir anlamda oradaki rejime karşı ve de aslında orada önce rejime karşı sonra da değişen rejimde ülkede çoğunluğu oluşturan Şii Araplara karşı bir denge unsuru olarak, mecburiyete geliyorum, denk geldi. Suriye'deki olayda da IŞİD vesaire ve yine aynı şekilde bir denge unsuru olarak gündeme geldi. Ama şunu çok iyi hatırlıyoruz ki Irak'ta ABD'nin Kürtlere yatırım yapması, Kürtlere kol kanat germesi, yani bayağı bir kalkan olması, değil mi? Neydi onun adı? Ne kalkanıydı? Uçuşa yasak bölge meselesi. O, Türkiye’ye rağmen olmuştu. Yani o yılları çok iyi hatırlıyorum. Ankara'da özellikle askeriye ve hani Türkiye'de ‘‘derin devlet’’ denen yapılanma bunu kabul edilemez bir şey olarak gördü ve özellikle Barzani ve Talabani aleyhine merkez medyadan, şuradan buradan çok yoğun karşı propagandalar yapıldı. Bir de malum çuval olayı var, hani Türk askerlerinin başına. Ama sonunda bir mutabakat Türkiye ile oldu ve Türkiye’nin arası düzeldi. Şimdi benzer bir olayı Suriye’de yaşıyoruz. Yani ABD’nin Kürtlerle kurduğu ilişki bir anlamda Türkiye’ye rağmen ve hatta Türkiye’ye karşı oluyor, değil mi? En azından başlangıç olarak.
Mehmet Gürses: Çok harika bir yerden başladınız. Soru çok harika. Çünkü “Türkiye'ye rağmen, Amerika'nın Türkiye'ye olan derin sevdasına rağmen nasıl oluyor bunlar?” sorusu... Çünkü ben hâlâ aynı iddiadayım; Amerika’nın Türkiye’ye olan sevdasının hâlâ bitmediğini düşünüyorum ama ciddi darbeler aldığını düşünüyorum. Şimdi nesiller değiştiğinde, şartlar, toplumsal, siyasal şartlar değiştiğinde bazı şeylerin değişmesi gerekiyor. Değişime itiraz etmenin, o dalganın tersine kürek çekmenin, akıntının tersine yüzmeye çalışmanın aslında çok rasyonel bir açıklaması yok. Kısa vadede belki çok güçlü olduğunuz için bazı kazanımlar elde edebilirsiniz ama uzun vadede, yine uzun vade kelimesini kullandım burada, 10-15 yıllık süreçten bahsediyorum, büyük oranda kaybedeceğiniz bir sürecin içine girmiş oluyorsunuz. Şimdi bu toplumsal damarı Amerika’dan bir örnekle belki daha rahat izah etme şansım olur. 2016 yılında Donald Trump ilk başkanlık seçiminde şöyle bir laf söylemişti, ‘‘New York'ta Fifth Avenue'da,’’ demişti. Fifth Avenue New York'ta Manhattan'da çok bilinen bir cadde, büyük bir bulvardan bahsediyoruz: "Ben Fifth Avenue'da adam bile öldürsem herkesin gözü önünde, bu insanlar yine beni seçer." demişti. Çok önemli bir laf bence. Ve haklı çıktı, seçildi. Donald Trump'ın şahsından kaynaklı birçok negatif habere rağmen, ki o negatif haberlerin çoğu büyük ihtimalle doğru haberler, 2024 yılında daha büyük bir oy ile seçildi. Ben bunu şunun için söylüyorum: Toplumların ve genel geçer dengelerin o nabzını okuyabiliyor musunuz bir devlet olarak, siyasal parti lideri olarak, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir hareket olarak? Şimdi bunu Türkiye'ye uyarladığımızda, bunu Tayyip Erdoğan 2000'li yıllarda o nabzı çok rahat yakaladı ve her şeye rağmen o nabzı yakaladığı için o toplumun desteğini arkasına alabildi. Son 10 yıllık sürece baktığımızda CHP'nin onu AKP'nin elinden almaya çalıştığı bir süreçten bahsediyoruz. O süreç henüz tamamlanmış değil. Kürt meselesine de baktığımızda, Kürt meselesinde Kürt hareketinin 1980'lerden beri başlayan o Kürt halkının esas temel taleplerini temsil eden ve o nabzı yakalayan bir hareket başlatabildi ve o yüzden 3-5 üniversite öğrencisiyle başlayan bir hareketin şu anda toplumsal tabanı 5-6 milyonu bulan bir harekete dönüştüğünü görüyoruz. Şimdi ‘‘Amerika Türkiye'ye rağmen Irak'ta bunu neden yaptı ve aynı şeyi şu anda Türkiye'ye rağmen Suriye'de neden yapıyor?’’ sorusuna cevap verdiğimizde, çünkü şartlar değişti. Şartlar değişirken, dünya değişirken Türkiye değişmemekte ısrar ettiğinde Türkiye-Amerika arasındaki ilişkilerin çok sarpa sardığını görüyoruz. Bir de sizin de söylediğiniz gibi başlangıçta Barzani'ye ‘‘aşiret reisi’’ dediğimiz 2008'li yılları hatırlayın, 2010'lu yılları. Sonradan şu anda Irak'taki Kürt Bölgesel Yönetimi’nin ve Barzani liderliğindeki KDP'nin Türkiye'nin en büyük siyasi, ticari ve hatta askeri müttefiki olduğu bir döneme geldik. Dolayısıyla yanlışta ısrar etmenin çok bir anlamı yok. Aynı şeyi, aynı formülü aslında belki de Suriye örneğine uyarlarsak çok daha rahat çözümler bulunabilir.

Ruşen Çakır: Şimdi ona geleceğim. Geçen Erbil'de bir toplantı için gittim. 2 ay önce bir daha gitmiştim. 10 yıl aradan sonra gittiğimde, ki geçen çözüm sürecinde çok gitmiştik Erbil'e, çok büyük bir gelişim olduğunu gördüm. Siz de görmüşsünüzdür. Muazzam büyüyen bir şehir. Göç alıyor vesaire ve her yerde Türk markaları var. Yani çok net bir şekilde görülüyor ve Türkiye'den gelen mesela uçaklar çok dolu, iş insanları vesaire. Bir zamanlar o 90'lı yılları hatırlayınca, oradaki Irak Kürtleri hakkında söylenenleri hatırlayınca arada çok büyük bir fark var. Şimdi Suriye'ye geçelim. Suriye'de ABD'nin Kürtlerle, oradaki yapılanma YPG, PYD ile — sonra SDG diye yeni bir şey çıktı ama kökeninde PYD, YPG var — bunlarla kurduğu bir ilişki var ve bu ilişki de bir mecburiyet ilişkisi gibi başlıyor. IŞİD'e karşı mücadele temelinde gözüküyor ama aynı zamanda da diğer güçlere, rejimle bir denge olsun diye. Ama burada çok kritik bir nokta var, o da PYD, YPG'nin Kandil'le bağlantısı ya da Abdullah Öcalan'la bağlantısı meselesi. Bu, nasıl denir? "Açık sır" mı deniyor? Öyle bir laf var hani. Bir sır ama herkesin bildiği bir şey yani. Hem bir taraftan PKK'yı terör örgütü olarak tanımlayan bir ABD var, Türkiye ile stratejik anlamda müttefik olan bir ABD var; ama onun "Suriye uzantısı" diye tabir edilen, her hâlükârda ilişkisi olan, PKK'nın ilişkisi olduğu bir yapıyla stratejik ilişki geliştiriyor, çok yoğun bir şekilde ve yıllardır. Bu nasıl olabildi?
Mehmet Gürses: Aslında az önce söylediğim, yani Amerika'nın Türkiye sevdasının zayıflamasının, darbe yemesinin nedeni Amerika'dan kaynaklı değil bence. Ben burada Amerika'yı savunmak anlamında söylemiyorum, bir tespit yapmaya çalışıyorum burada. Türkiye'deki değişimler, Türkiye'nin son 10 yılda Amerika'ya, yani aslında Amerika Türkiye'ye rağmen bazı şeyler yapıyordur, bu doğrudur, buna katılıyorum; ama Türkiye de Amerika'ya rağmen ve Amerika'ya karşı bir duruş sergilemeye devam ediyor. Şimdi ülkelerarası ilişkilere baktığımızda elbette bazı ülkeler bazı ülkelerle iş birliği yapar. Bu iş birliğinin boyutları, sonuçları çok farklı olabilir ama sonuç itibarıyla kimse kimseye bir şeyi dayatamaz. Yani şimdi Türkiye gibi bölgenin en güçlü, en önemli devletlerinden birisine Amerika kalkıp da "Ben senin Suriye'de şunu yapmanı istiyorum." dediği için Türkiye bunu yapacak bir ülke değil. Bunu sanırım Amerikalılar da çok iyi biliyor. Ama sonuç itibarıyla Türkiye'nin son 10 yıllık sürece baktığımızda bu eski, Batı yanlısı, Amerika yanlısı — "Amerika ve Batı yanlısı" derken daha çok ideolojik anlamdan bahsediyorum — yani yüzü Batı'ya dönük, insan hakları, demokrasi ve laiklik çerçevesinde bir model olan bir Türkiye'nin Batılılarla, Amerikalılarla, Avrupalılarla çok rahat konuşabildiği, çok rahat iş birliği yapabildiği bir dönemdi. Son 10 yıllık süreçte Türkiye'deki siyasal elit değişti. Yani Türkiye'nin siyasal eliti derken artık yüzünü Batı'ya değil de yüzünü Ortadoğu'ya dönmek isteyen yeni bir Türkiye tasavvurundan bahsedebiliyoruz. Bu yeni Türkiye tasavvuru yapılırken Amerika'ya rağmen Suriye'ye çekidüzen verilmeye çalışılıyor. Bunu Amerika'ya rağmen yaptığınızda, Amerika da en az Türkiye kadar kendi dış çıkarlarını, kendi ulusal menfaatlerini göz önüne alarak, kendi hesap kitaplarını göz önüne alarak o da kendisine göre bir yol çizmeye çalışıyor. Burada aslında biraz şeye gelmekte fayda var. Az önce sizin söylediğiniz Irak Kürdistanındaki ve Irak Kürtleriyle olan Türkiye ilişkisine son 20 yıllık sürece baktığımızda aslında çok basit bir soru sorarak, cevabını da vermeyerek bu sorunuza cevap vermeye çalışayım. "Son 20 yılda Türkiye Irak Kürtleriyle iş birliği yaparak ne kazandı, ne kaybetti?" Çok şey kazanmıştır. Ne kaybettiğinden emin değilim. Çünkü çok şey kaybetmiş bir durum yok ortada. Ekonomik olarak, sizin de az önce söylediğiniz gibi, devasa bir kazanım var. Erbil şu anda, ben birkaç yılda bir Erbil'e giden birisiyim, en son iki sene önce gittim ve sizin de söylediğiniz gibi Erbil on sene öncesine göre bile giderek küçük bir Amerikan şehri olma yolunda. Muhteşem bir dönüşüm, muhteşem bir değişim yaşıyor. Erbil'deki doğal kaynaklara, oradaki büyük yatırımlara en rahat ulaşabilen Türkiye'dir. Erbil havaalanına indiğinizde, Türk firmalarının yaptığı bir havaalanına iniyorsunuz. Oradaki Kürtlük realitesiyle barışmış bir Türkiye, Kürtlerle kol kola çok devasa şeyler kazandı. Dolayısıyla Suriye'ye geldiğimizde kendisini feshetmiş veya feshetmeye hazır olduğunu söyleyen bir PKK, bir örgüt var ve bu örgütten esinlenen bir yapı var Kuzeydoğu Suriye'de, Rojava'da. Dolayısıyla oradaki, Rojava'daki doğal kaynaklara ve pazara da çok rahat ulaşabilecek bir Türkiye devleti var. Türk iş adamları ve Türk devleti herkesten çok daha rahat oraya ulaşabilir. Bunun hem coğrafi nedenleri var, hemen sınırın öbür tarafı, aynı zamanda tarihsel, kültürel nedenleri de var. Çok rahat ilişki kurabileceğimiz bir coğrafyadan bahsediyorum burada.

Ruşen Çakır: Bu bağlamda şunu sormak istiyorum. Şimdi biliyorsunuz geçen Ekim ayından beri Türkiye'de süren bir süreç var ve biz de sizinle bu süreci başından itibaren yayınlarla sürekli takip ediyoruz gelişmelere uygun olarak. Ve şu anda en önemli gündem maddesi Suriye. Ve orada biliyorsunuz öncelikle Devlet Bahçeli'nin açıklamalarında, sonra Erdoğan da buna eklendi, Türk-Kürt kardeşliği vurgusu çok güçlü bir şekilde yapıldı. Yani böyle ‘‘birbirinden ayrılamaz, birlikte çok şeyler yapabilir, yaptılar, yapacaklar’’ dendi. Ama Suriye ile ilgili son dönemde Ankara'dan gelen açıklamaların hemen hemen hepsi şahin açıklamalar. Sert açıklamalar. Gerek Hakan Fidan'dan gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan. En son mesela Ömer Çelik şey dedi: "Orada kurulacak bir ademimerkeziyetçi yapı terör devleti olur bizim nezdimizde." dedi. Tam cümle böyle olmayabilir ama "terör devleti" lafını söyledi. Şimdi bir taraftan görüşmeler falan sürüyor, onu biliyoruz ama bu kadar kesin, Suriye'de Kürtlerin ademimerkeziyetçi bir şeye gitmesi durumunda bunu terör devleti olarak tanımlamak taktik bir hamle mi? Yani bir pazarlık hamlesi mi, yoksa asla böyle bir şeye yanaşmayacak mı Türkiye? Nasıl okuyorsunuz siz bunu?
Mehmet Gürses: Hatırlarsanız yaklaşık bir buçuk ay önceki son söyleşimizde o dönem Tom Barrack'ın Türkiye'deki özellikle medyanın çok hoşuna giden laflar söylemesi…

Ruşen Çakır: Ama sonra geri döndü.
Mehmet Gürses: Evet. Hatta hatırlarsanız ben o yayında şunu söylemiştim: "Tom Barrack'ın Amerika'nın devlet aklını yansıttığına katılmıyorum." demiştim. Ki sonradan Tom Barrack'ın kendisi de çok net bir şekilde farklı açıklamalar yapmaya başladı. Şimdi Amerika'nın dış politikasında elbette Tom Barrack Amerika'nın bir büyükelçisidir ve temsilcisidir. Çok önemli bir siyasetçidir ve diplomattır. Açıklamaları çok önemlidir. Ama sonuç itibarıyla son dönemlere baktığımızda o dönemler nasıl ki… Yani o yaptığı açıklamaları aslında ben çok dikkate almamıştım belli bir yere kadar. Çünkü o açıklamaların değişeceğini tahmin ediyordum ve değişti. Şu anda da aslında Tom Barrack'ın yaptığı açıklamaları da çok fazla iyimserlikle okumak doğru değil. Yani Tom Barrack o zamanlar Kürtlere düşman olduğu için o açıklamayı yapmadı. Son dönemlerde yaptığı açıklamalardan dolayı da Kürtlere dost olduğu için bu açıklamaları yapıyor değil. Nereye getireceğim konuyu? Konu şu: Amerika'nın dış politikasının bazı temel talepleri var Ortadoğu'ya gelince. Bu temel taleplerden bir tanesi İsrail'in güvenliği. İkincisi, siyasal İslam'ın, özellikle IŞİD'in ve benzer örgütlerin zayıf kalması. Üçüncüsü, bütün bunlarla bağlantılı olarak İran'daki devletin ve İslami rejimin zayıflaması veya eğer mümkünse çöküp yerine başka bir rejimin kurulması. Şimdi bütün bunları göz önüne aldığımızda, Türkiye'nin son zamanlarda hem Devlet Bahçeli'den, Ömer Çelik'ten gelen açıklamalar, "Şunu kabul etmeyiz, bunu ülke güvenliğine tehdit olarak algılarız." açıklamasını, ben bunu farklı okumak gerektiğini düşünüyorum. Ben bunların satır aralarına baktığımda, örneğin Devlet Bahçeli dahil birçok kişinin söylediği şöyle bir laf var: "10 Mart mutabakatına uyulsun." açıklamaları var. Bence orada bir açık kapı bırakılıyor. Açık kapı nedir? 10 Mart mutabakatında Suriye'deki Kürt yönetiminin Şam rejimi ile ilişki içinde olması ve o pazarlıklar sonucu Suriye yönetimine entegre olması. Şimdi mutabakat onu söylüyor: "Entegre" diyor. Şimdi entegrasyondan Şam'ın ve Ankara'nın anlamak istediği ile Kürtlerin anladıkları ve anlamak istedikleri tabii ki farklı şeyler. Entegrasyonun ne anlama geldiğini yani gidip Google'dan herhangi bir sözlüğe baktığımızda açıklarız. Entegrasyon, sizin kendi varlığınızı ve değerlerinizi koruyarak bir bütüne eklemlenmeniz demektir. Suriye'de henüz bir devlet yok, bir anayasa yok. Olmayan bir şeye entegre olmanız mantıksal olarak mümkün değil. Suriye Kürtleri aslında bir anlamda, bir buçuk, iki ay önce oyunbozan gibi görünüyorlardı. Şu anda oyunbozan durumuna gelen Şam hükümeti oldu. Suriye Kürtleri açıkça şunu söylüyor: "Buyurun gelin pazarlığa başlayalım, komisyonlar kuralım. Sizinle ortak, beraber neler yapabiliriz, bir bütün Suriye olarak konuşalım." diyor. Ben Türkiye'den gelen açıklamaların medyada özellikle köpürtüldüğü kadar büyük bir tehlike içerdiğine katılmıyorum. Türkiye'deki siyasal elitin aslında Suriye'deki meseleye biraz açık bir kapı araladığını düşünüyorum ve o açık kapıyı aralayarak Kürtlerin Suriye hükümetine, merkezî hükümete entegre olurken Irak modelinden biraz farklı olarak entegre olmalarını, zayıf olarak entegre olmalarını arzuluyor. Ama Kürtlerdeki mevcut yapının tamamen tasfiye edilmesi, o şekilde bir entegrasyondan yola çıkarsak böyle bir çözümün sahadaki gerçeklerle Amerika'nın ve İsrail'in ve bölgesel dengelerin zorladığı bir gerçeklik var. Ona uygun olacağını düşünmüyorum. Ben bunu Türk siyasal elitinin de çok iyi gördüğünü düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Ben son dönemde Abdullah Öcalan'la yapılan görüşmelerle ilgili birçok şey okudum. Oradaki tutulan notları okudum. Öcalan’ın yaptığı açıklamalarda, yani birçok konu var da ama iş dönüp dolaşıp Suriye’ye kitleniyor ve anladığım kadarıyla Ankara da Suriye de kendi istediklerine yakın bir çözüm olabilmesi için İmralı'yı bir anlamda kullanmak istiyorlar. Yani onun aracılığıyla yapmak istiyorlar. Ve biliyoruz ki Öcalan doğrudan ya da dolaylı bir şekilde SDG yönetimiyle temasta, onu da biliyoruz, devletin bilgisi dâhilinde. Zaten devlet de temasta. Onu da kendileri yaptıkları açıklamalarda Mazlum Abdi de İlham Ahmed de söylediler. Ankara'yla bir şekilde temastalar. Orada sizin de söylediğiniz husus çok önemli: bir entegrasyon var ama demokratik entegrasyon, yani işte bir devlet olacak ki devlete entegre olacak. Öcalan, en son gördüğüm, Mayıs ayında söylediği bir şeyde yanılmıyorsam anayasadan bahsediyor. Yani Suriye'nin bir anayasası olur herkesin mutabık olduğu, ona entegre olunur. Ama şu anda anayasa yok. Olacak mı? O da belli değil. Bir de tabii anayasa derken birisinin yapıp dayattığı bir anayasayı kastetmiyor, herkesin birlikte yazdığı bir anayasayı kastediyor. Yani şu hâliyle gerçekten en büyük kırılma noktası o. Olmayan bir devlete, olmayan bir orduya entegre edilmek istenen — Ankara tarafından — Kürtler var. Kürtler de o devleti ve o orduyu beraber oldurmak istiyor gibi. Burada peki Amerika ne yapıyor? Şimdi Tom Barrack'ı bir kenara koyalım, çünkü o her gün başka bir şey söylüyor. Ama ABD burada, Türkiye sevgisi ve Kürt mecburiyeti bağlamında sizce nasıl bir tutum takınır?
Mehmet Gürses: Şimdi daha önceki programlarımızda, ayrıca diğer konuklarınızın da bir kısmının sürekli dile getirdiği, sizin de sürekli dile getirdiğiniz Türkiye-İsrail ilişkileri var. Türkiye-İsrail ilişkilerine çok önem atfediyorum ben. Ben aslında Türkiye-İsrail ilişkilerinden çok artık ‘‘Türkiye-İsrail rekabeti’’ diyorum. Suriye'de İran'ı ve Rusya'yı devre dışı bırakarak Türkiye İsrail'e hem komşu olmuştur hem rakip olmuştur. Giderek tansiyonun yükseldiğini de görüyoruz. En son Katar'a yapılan saldırı, ki Katar Ortadoğu'da Türkiye'nin en değerli, en önemli müttefiklerinin başında gelir. Hatta Türkiye'nin belki de bu anlamda tek müttefikidir Katar. Bunun dışında Dubai'den Riyad'a, Riyad'tan Kahire'ye, Amman'a gittiğinizde orada Türkiye'nin nispeten karşısında duran bir bloktan, bir cepheden bahsediyoruz. Türkiye-İsrail ilişkilerinin alacağı şekil aynı zamanda Türkiye-Amerika ilişkilerini de etkileyecektir. Yani Ortadoğu'da Amerika'nın hiçbir şekilde vazgeçmeyeceği bir şey var ise o da İsrail'e olan destektir. Bu konu hem Demokratları hem Cumhuriyetçileri hem Biden'ı hem Trump'ı aşan bir konu. Çok temel bir şeyden bahsediyoruz burada. Dolayısıyla Suriye'de eğer siz Şara hükümetini destekleyerek Müslüman Kardeşler veya IŞİD veya El Kaide kökenli bir hükümet kurmaya çalışırsanız buna ben İsrail'in izin vereceğini hiçbir zaman düşünmedim, ki zaten gelişmeler de onu gösteriyor. İsrail malumunuz sürekli değişik yerleri bombalıyor. İsrail'in bu konuda taviz vereceğine ben ihtimal vermiyorum. Amerika'nın, İsrail'in Kürtlere olan mecburiyetinin bir sonucu olarak Suriye'nin parçalı, dikiş tutmayan bir şekil alması, Suriye'nin güçlü bir orduya sahip olmaması, en iyi ihtimalle Irak gibi bir devlet olmasını bana göre Amerika arzuluyor ve giderek benzer bir şeyin belki de İran'da olma ihtimali var. Şimdi bütün bunlar meseleyi şeye getiriyor, yani Kürtler artık 21. yüzyılda Kürtlüklerini ispatlamak zorunda değiller. Artık "Kürtlük" diye bir kavram var. "Kürtlük" diye bir değer var. Kürtler var artık. Yani hem bölgede var hem dünyada global dengelerde varlar. Şu aşamadan sonra, daha önce de ben bunu kısmen anlatmaya çalışmıştım, Kürtlüğü ve Kürtleri kimler ne şekilde hangi platformlarda temsil edecek? Buna Türkiye bence en büyük adaydır. Türkiye’nin Kürtleri ve Kürtlüğü çok rahat temsil edebilecek kadar güçlü tarihi bir ilişkisi var. Ama bunun da sonucu, Amerika'ya boyun eğmekten bahsetmiyorum, Amerika sevdasını da kullanarak Suriye'de Kürtlerin de var olduğu, aynı şekilde Türkiye'de de Kürtlerin var olduğu yeniden bir dizayndan bahsediyorum. Demokratik entegrasyon budur. Demokratik entegrasyon dediğimizde, Kürtlüğün kabul edildiği ama Türkiye'nin ve Türklüğün domine olduğu bir resimden bahsediyoruz. Yani şimdi SDG'den bahsediyorlar, yok 50 bin, 100 bin, 120 bin militanı var deniliyor, ki bunların yarısı Araptır bu arada, Kürt değildir. Hadi buna 50 bin diyelim, 100 bin diyelim. Çok da önemli değil bu rakam. 200 bin de deseniz, NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip olan Türkiye'ye karşı hiçbir zaman askerî anlamda bir tehdit değil. Türkiye bunu çok rahat bertaraf edebilecek güce, kapasiteye ve iradeye sahip bir ülkedir. Ama mesele sadece Kürtleri veya Suriye Demokratik Ordusunu tasfiye etmek değil. Zaten mesele bu kadar basit olsaydı Amerikalılar da buna yeşil ışık yakardı. Çok daha büyük bir resim ortaya çıkıyor ve bu resimde Kürtlüğün artık var olması gerekiyor. Ben son olarak şunu söyleyeyim aslında: Son 20 yılda Türkiye'nin dünyaya entegrasyonunda geldiği yeri bir düşünelim veya dünyadan kopması, dünyadan izole olmasını göz önüne alalım; bir de Kürtlerin ve Kürtlüğün son 20 yılda kazandıklarını ve kaybettiklerini bir düşünmekte fayda var. Kürt hareketi artık lider üretebilen bir harekettir. Yani bu, Türkiye'de Selahattin Demirtaş'tan başlayıp Suriye'de Mazlum Abdi'dir, İlham Ahmed'tir. Bunu Irak Kürdistanı’na götürdüğünüzde Talabaniler var, Barzaniler var. Yani tek bir şahsın iki dudağının arasından çıkacak bir kelimeyle bu iş çözülmeyecek kadar komplike bir şey. Dolayısıyla dünyadaki liderlerle oturup kalkabilen, onlarla görüşebilen, Kürtlüğü dünya platformlarında çok rahat temsil edebilen, açıklayabilen ve Türklüğü ve Türkiye'yi düşman olarak görmeyen, aksine potansiyel dost ve müttefik olarak gören bir Kürtlük var. Ha, "Kürtlük" diyorum, "Kürtler" demiyorum. Bu Kürtlüğü — yani ismine siz SDG mi dersiniz, PYD mi dersiniz; ben kısaca daha önce de söylediğim gibi ‘‘ABC’’ diyorum hepsine artık — bu Kürtlüğü kabul ederek Irak Kürdistanı’nda Türkiye'nin kazandıklarının çok daha fazlasını belki de Suriye'de Türkiye çok rahat kazanabilir. İsrail'le ve Amerika'yla çok rahat iş birliği yapabilir ve oradaki doğal kaynaklara çok rahat ulaşabilir.

Ruşen Çakır: Suriye'de çok önemli şöyle bir husus var. Ben bunu geçen Cengiz Çandar'la yaptığımız yayında da konuştum. Daha önce Sarkis var meslektaşımız, Suriyeli, Sarkis Kassargian, onunla yaptığımız yayında da konuştuk. Şimdi Suriye'ye baktığımız zaman şu anda eş-Şara yönetimi var, geçici yönetim deniyor. Daha çok Sünni Arapları kapsıyor. Aleviler ayrı örgütlenmeye gidiyor. Hatta ordulaşmaya gidiyor. Dürzilerin benzer şekilde birtakım arayışları var. Ayrıca başka azınlıklar da var, Hristiyanlar falan ama esas olarak Aleviler ve Dürziler. Ve benim gördüğüm kadarıyla Aleviler ve Dürzilerin yönü hep Kürtlere dönük. Yani ben bunu şöyle tanımlıyorum: Bir tür garantör gibi görüyorlar Kürtleri, yani onun, sizin demin söylediğiniz o ordusunu, SDG ordusunu, onların bilmem kaç yıllık kendi kendini yönetme deneyimini, ABD ile stratejik ilişkisini vesaire. Yani sonuçta şöyle bir husus var sanki: Kürtlerle yapılacak olan bir mutabakat diğer azınlıkları, ki Aleviler de Dürziler de yakın zamanda eş-Şara döneminde katliamlara maruz kaldılar, yani peş peşe, Esad'dan sonra. Bir anlamda böyle de bir özelliği var. Yani Kürtlerin sanki Suriye'de bir tür öncü olması. Özellikle sekülerlik bahsi de çok önemli çünkü bu Aleviler ve Dürzileri çok fazla ilgilendiren bir husus. Böyle bir fonksiyonu da var. Dolayısıyla Kürtleri karşısına almak, aynı zamanda diğer azınlıkları da karşısına almak anlamına geliyor sanki.
Mehmet Gürses: Şimdi orada kaderin cilvesi mi diyelim, şartların ortaya çıkardığı bir durum mu diyelim buna? 15-20 yıl öncesine kadar Kürtlerin varlığını bile kabul etmeyen bir toplumdan bahsediyoruz, en azından siyasal düzlemde. Şu anda Kürtler birçok grup için, buna daha önce sisteme hâkim olan Aleviler dâhil, Dürziler, Hristiyanlar ve seküler Sünni Araplar dâhil birçok grup için rol modeli hâline gelmiş durumda. Bu çok önemli bir ayrıntı. Bu şu demektir: Kürt hareketi kendisini yenileyebilen bir hareket. Yani Kürt hareketi uzun vadede baktığımızda, daha önce de bahsetmiştik, bir 20 yıllık düzlemde baktığımızda sürekli dönüşen değişen bir hareket. Şu anda da Öcalan'ın en son çağrısıyla değişmeye çalışan, değişmeye hazır olduğunu, değişebileceğini gösteren bir hareketten bahsediyoruz. Dolayısıyla hani Alevilerin… Aslında burada şeye de biraz atıf yapmak istiyorum, Ukrayna Savaşı'na. Şu anlamda çok önemli bir bağ var orada. Rusya Ukrayna'da rahat nefes almaya başladığı anda, yani orada bir ara formül bulunduğunda, uzun süreli bir ateşkes veya barış anlaşması imzalandığında Ruslarla, Rusların ben Suriye ile olan ilişkisinin ve Suriye'ye olan müdahalelerinin çok önemli bir şekilde artacağını bekliyorum. O müdahalenin de özellikle Batı sahil kesimlerinde Aleviler vasıtasıyla olacağını düşünüyorum. Şimdi bir taraftan Aleviler, bir taraftan Dürziler ve İsrail iş birliği ve bir taraftan Amerika'nın bir anlamda vazgeçemediği Kürtler var doğuda. Yani 1990'larda ve 2000'lerde o dönemin Amerika'sı — ben az önce sizin bahsettiğiniz makalede söylemiştim bunu üç sene önce — hesap kitap yapmadan bir kovboy gibi 2000'li yıllarda Irak'a, Ortadoğu'ya, Afganistan'a daldı ve hesap kitap yapmadan daldığı için 15-20 sene sonra çıkmak zorunda kaldı Afganistan'dan ve Irak'tan. Şu anda tam tersi bir durum yaşanıyor. Şu anda hesap kitap yaptığı için Kürtleri terk edemeyen, Ortadoğu'dan kopamayan bir Amerika var. Burada çok daha uzun vadeli bir şeyden bahsediyorum. Yani siz 1000 Amerikan askeriyle Suriye'nin yaklaşık üçte birine hâkim iseniz 300 bin kişiyi Irak'a göndermenize gerek kalmıyor, Irak'ta olduğu gibi. Türkiye aslında hem Kürtlere hem Sünni Araplara, belki de Alevilere, eğer Türkiye siyasetini değiştirirse, bunlarla onlara bir anlamda tırnak içinde büyük abilik yaparak, hamilik yaparak çok rahat bunların İsrail'in, Rusya'nın veya Amerika'nın güdümüne girmesini engelleyebilir. Bunu yapabilecek bir ülkeden bahsediyoruz. Şu aşamada Alevilerin giderek örgütleneceğini beklemek için uzman olmaya gerek yok. Dürzilerin mevcut durumdan vazgeçeceklerini düşünmek için uzman olmaya gerek yok. Ve bütün bu parçaları bir araya getirdiğinizde en örgütlü, en güçlü parça Kürtler. O yüzden ön plana çıkıyorlar.

Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. Daha önce Suriye'ye Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahalesi oldu ve hâlâ Suriye'nin kuzeyinde, batısında daha çok, orada yerleşik bir durumda. Şimdi Ankara'dan gelen mesajlar, sert mesajlar, şahin mesajlar dedim ama bunlar varsayalım ki diyeceğim, kötü senaryo. Yani yeni bir müdahale olma ihtimalinde ne olur? Benim aklıma ilk gelen, Türkiye'deki süreç anında bitmiş olur diye geliyor. Sizinle bir daha yayın yapamayız herhâlde. Ne dersiniz? Böyle bir ihtimali önemsiyor musunuz?
Mehmet Gürses: Böyle bir ihtimal önemli bir ihtimaldir. Bunu önemsemek durumundayız. Türkiye Ortadoğu'nun belki de en önemli devletidir. Türkiye'nin çıkarlarının tehlikeye girdiği bir durumda Türkiye'nin böyle bir karar alma ihtimali her zaman vardır. Yalnız ben bu ihtimalin düşük olduğunu düşünüyorum. Yani şu aşamada şartlara baktığımızda böyle bir ihtimal ağırlık kazandığında, ön plana çıktığında başka güçlerin ve başka hesapların devreye girme ihtimali daha yüksek, bunu durdurmak için. Türkiye ile savaşmak için demiyorum. Yani Türkiye'nin İsrail'le hâlâ bir sıcak çatışma ihtimaline ben çok düşük bakıyorum. Bunun da nedeni, mesele oraya gelir ise çok daha büyük dengeler bozulacağı için başka güçler devreye girip bunu çözeceklerdir, o ihtimali. Sizin söylediğiniz ihtimal eğer ağırlık kazanmaya başlarsa, güçlenirse o ihtimal, bana göre Öcalan'ın çok daha rahat şartlarda Rojava'daki Kürt hareketiyle görüşmesinin önü açılır ve Kürtlerle Şam arasında Amerika'nın da arabuluculuğunda çok farklı şekillerde, belki de Kürtlerin tam istemediği ama Kürtlüğün kabul gördüğü bir denklemde uzlaşılır diye düşünüyorum. Ben şu aşamada Türkiye'nin önceki seferlerde olduğu gibi, yani Afrin'de yapıldığı gibi, Serêkaniyê'de yapıldığı gibi bir bütün olarak askerî bir harekât ihtimalini düşük görüyorum. Ha, şunu yapabilirler ki son zamanlarda zaten yapmaya çalışıyorlar; Suriye Milli Ordusu ve Şam'daki hükümetin milisleriyle saldırma, Fırat'ı geçmeye çalışma mümkün olabilir. Ufak tefek zaten oluyor. Ama bunlar büyük resmi değiştirecek hareketler değil. Bana göre bunlar, Devlet Bahçeli'nin son açıklaması dâhil, Erdoğan'ın son açıklamaları dâhil, pazarlık için yapılan açıklamalar. Oraya tekrar askerî bir harekât için değil. Gidip gelmeler var. Ben askerî harekât ihtimalinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum ama şartlar gereği o ihtimalin ben hâlâ zayıf olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Hocam, çok sağ olun yayın için. Yine çok verimli oldu, eksik olmayın ve devam edeceğiz inşallah. Süreç devam ettikçe biz de yayınlarımızı bir ay arayla, iki ay arayla yapalım. Ama önümüzdeki günlerde çok büyük bir kriz çıkmazsa hızlanacağa benziyor. Malum, Öcalan'a komisyondan bir heyetin gitmesi söz konusu. Aslında sembolik olarak çok önemli bir şey olacak öyle bir şey olursa. Hani Bahçeli ‘‘Gelsin konuşsun Mecliste.’’ demişti, ‘‘Hadi ya!’’ demiştik. Şimdi o gelmiyor ama Meclisten birileri ona gidecek galiba. Bunların hepsi gerçekten çok tarihi gelişmeler olacak. Nasıl bitirelim yayını?
Mehmet Gürses: Vallahi nasıl bitirelim? Ben açıkçası şunu söylemek istiyorum. 2008 veya 2009 yılında Selahattin Demirtaş'la ben Meclisteki odasında çok kısa bir görüşme yapmıştım o zamanlar. O dönemler malum kısmen bir çatışma ortamının az olduğu, barış görüşmelerinin en azından konuşulduğu bir dönemdi ve o dönemde yavaş yavaş Irak Kürdistanı’yla Türkiye'nin artık ilişkiler geliştirmeye başladığı bir dönemdi. 2009-2010'lu yıllardan bahsediyorum. Çok güzel bir laf söylemişti Demirtaş: "Ben Kürt gençlerinin ve Türkiye'deki Türk gençlerinin eline silah alıp da Erbil'e veya oraya buraya gitmesindense eline bir laptop alıp da gitmesini istiyorum." demişti. Ben burada Selahattin Demirtaş'ın o sözüyle bitirmek istiyorum. Siz de kısa bir süre önce Erbil'deydiniz, takip ediyorum. Bizler Erbil'e iş kurmak, iş yapmak, beraber büyüyüp, beraber zenginleşmek için gidelim, diyorum, Türk olarak da, Kürt olarak da. Aynı modeli Kamışlı için de yapabiliriz. Bana göre Kamışlı buna çoktan hazır bir vaziyette. Öcalan vasıtasıyla bunun fikirsel ve psikolojik altyapısı da bana göre çok rahat kurulmuş durumda. Burada asıl mesele bence akıntıya karşı kürek çekmekten vazgeçip, Erdoğan'ın daha önce dillendirdiği 2 trilyon dolarlık bir kayıp var, terörle mücadelede Türkiye'nin harcadığı paradan bahsediyorum, bu paraları, bu kaynakları artık silaha değil de yatırıma, hastanelere, okullara, kendimize harcayalım diyorum ben. Teşekkür ediyorum konuk ettiğiniz için.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler hocam. Çok sağ olun. Evet, Orta Florida Üniversitesi'nden Profesör Mehmet Gürses'le ABD'nin Türkiye'yi sevmesi ve Kürtlere mecbur olmasını ve ağırlıkla Suriye'yi konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
14.09.2025 Öcalan’ın Demirtaş’a, Demirtaş’ın Öcalan’a, sürecin her ikisine ihtiyacı var
12.09.2025 Habertürk ve Show TV’ye ne oldu?
11.09.2025 Gürsel Tekin’in yaptığı en büyük hesap hatası
11.09.2025 Özgür Özel’den Kılıçdaroğlu’na çağrı: “CHP’nin kayyumlarla yönetilemeyeceğini açıklamalı”
10.09.2025 CHP bölünür mü? CHP bölünsün mü?
10.09.2025 Prof. Mehmet Gürses ile söyleşi: ABD’nin Türkiye sevdası ve Kürt mecburiyeti
09.09.2025 Cengiz Çandar ile söyleşi: Suriye için çözüm teslimiyet mi, entegrasyon mu?
09.09.2025 Erdoğan CHP’ye bir dava hediye etti
08.09.2025 Gürsel Tekin’i dinlerken…
08.09.2025 Erdoğan’ın hayalindeki CHP’de Gürsel Tekin’e düşen rol
14.09.2025 Öcalan’ın Demirtaş’a, Demirtaş’ın Öcalan’a, sürecin her ikisine ihtiyacı var
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı