İstanbul futbol kültürünün değişimi: Mehmet Şenol ile söyleşi

13.02.2024 medyascope.tv

13 Şubat 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. Bugün bambaşka bir konuyla karşınızdayım. İstanbul futbol kültürünün değişimini stadyumlar üzerinden inceleyen bir kitap var elimde. Remzi Kitabevi’nden çıkan Siyaset, Kulüp, Stadyum: İstanbul Futbol Kültürünün Değişimi 1900-2023, 500 sayfayı aşkın bir kitap. Arkadaşımız Mehmet Şenol yine acayip bir iş çıkartmış. Hoş geldin Mehmet.
Mehmet Şenol: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: İçindeki fotoğraflar, bilgilerle müthiş bir kitap olmuş. Daha önce yazdığın üç kitabın var; ama bu kitapta özne spor, futbol ya da futbolcular değil, stadyumlar. Nereden çıktı bu fikir? Nasıl yaptın?
Şenol: Evet, futbolun İstanbul’daki târihini stadyumlar üzerinden okumak istedim. Çünkü aynı zamanda hem kulüplerin gelişimini hem taraftarlığın gelişimini de anlatıyor. Hem de onu incelerken, siyâsetin de futbolun içerisinde ne kadar yer aldığını fark ediyorsunuz. Bu çalışma iki yıla yakın sürdü. Çok fazla arşivden, kütüphâneden yararlandım. Futbol târihine ilişkin Galatasaray’ın arşivi çok geniş. Beyoğlu’ndaki Galatasaray Müzesi’nin altı, gerçekten Türkiye futbol târihinin orijinal kayıtlarıyla dolu. Bütün yazışmalar, kupürler, fotoğraflar hepsi Müze’nin içerisinde. Bunu Ali Sami Yen Bey’e borçluyuz. Çok titiz bir insan, her şeyi saklamış. Biletleri bile saklamış.  Flamalar, şunlar bunlar… Orada araştırma yapan bir araştırmacı, futbol târihini aslında bugün bildiğimizden çok farklı bir şekilde okuyabilir. Bu çalışmam da onlardan birisiydi.

Ruşen Çakır: Demin de bahsettin: Stadları anlatırken, futbol-siyâset ilişkisine değiniyorsun. Çünkü işin içinde para var, değil mi? İnşaat var, arsa var…
Şenol: Ticâret var.

Ruşen Çakır: Evet, ticâret var ve siyâset var. Burada da inişli çıkışlı ilişkiler var tabiî. Yani bir anlamda kulüplerin iktidarlarla kurdukları ilişki. Ama bu arada kulüp taraftarlarının siyâsetle kurduğu ayrı ilişki. Acayip bir öykü olsa gerek. 
Şenol: Evet. Aslında stadların târihi, kulüplerin târihi ve siyâsetin futbol üzerindeki etkisinin târihi, aynı zamanda futbolun ticârîleşmesinin de târihi. En başından îtibâren var bu. Yani bu 125 yıllık târih içerisinde bu olayın başlangıcına bakıldığında, aslında ticâretle birlikte stadlar ortaya çıkıyor. İlk stadyumun kuruluşundan basit bir örnek vereyim: 1908 II. Meşrûtiyet Devrimi’nin hemen ardından, İstanbul’da yaşayan ve ticâret yapan İngilizler futbol oynamaya devam ediyorlar. Kendi millî sporları çünkü ve bir stad kurmak istiyorlar. Stad kurmak istemelerinin esas nedeni de para kazanmak. Çünkü o âna kadar açık çayırlarda oynuyorlar. Türkler de aynı şekilde. İlk futbol seyircileri de ücretsiz, bedâva seyrediyorlar. İlk stad teşebbüsü, bu 1908 Devrimi’nin hemen ardından gerçekleşiyor. Hattâ onunla ilgili, Moda’da yaşayan İngiliz Vitol Âilesi, o dönemin en önemli isimlerinden Cemil Paşa’yı aralarına alıp, birkaç Türk’le birlikte Abdülhamid’e gidiyır, arâzi istiyorlar ve o arâziyi, yani Kuşdili Çayırı’nı alıyorlar. Etrâfını tahta perdelerle çevreleyip, girişi biletli hâle getiriyorlar. Bir de “Union Club” (Osmanlı İttihat Kulübü) adında bir şirket kuruyorlar. Aslında ilk stad, yani bugünkü Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yer, İngilizlerin kurduğu o stad. Ticâret oradan îtibâren başlıyor. Biletler satılmaya başlanıyor, taraftarların girişi için kapılar konuluyor, belli bir programa tâbi olunuyor. Union Club üyeliği paraya çevriliyor, oraya havuzlar, tenis kortları yapılması planlanıyor. Dolayısıyla ticâret, futbolun en başından beri içinde.

Ruşen Çakır: Seni dinlerken, aklıma rahmetli babamın anlattığı Ali Sami Yen Stadı’nın açılışında tribünlerin yıkılması geldi.
Şenol: 1964’teki açılışı kastediyorsun. Yıkım değil de, orada köfte yapan bir büfecinin ateşi fazla kaçırması sonucunda bir panik oluşuyor. Aslında paniğin nedeni de…

Ruşen Çakır: Babam oradaymış da oradan biliyorum.
Şenol: Esas nedeni izdiham tabiî. Stada çok fazla insan alınmış, zâten o günden sonra kapanıyor Ali Sami Yen Stadı. Ali Sami Yen Stadı’nın hikâyesi çok ilginç. Ben İstanbul Galatasaray Müzesi’nde 1933 yılına dâir bir resmî yazışma buldum. Galatasaray, kendilerine bir stad yapılması için Ankara’dan, hükûmetten bir arâzi istiyor. “Mecidiye Köyü’nde, Güvercinlik adı verilen bir mevkide, içindeki taşlarla birlikte 25 dönümlük bir arâziyi, futbol oynamamız için bize tahsis etmenizi ricâ ederiz” diye mektup yazmışlar. O dönemde Mecidiyeköy gerçekten bir köy. İstanbul Şişli’de bitiyor. O köyde dutluk var, kasaplar var, kaçak et yapıyorlar ve İstanbullular hafta sonları gelip oradan ucuz ve iyi et alıyorlar. Aynı zamanda orası bir mesîre yeri. Bir tek Likör Fabrikası kurulmuş o arâzide.
Galatasaray niye bu arâziyi istiyor? Çünkü İttihatçılar Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1927-28 civârında tasfiye edilince, 1931 yılının Ocak ayında Union Club Sâhası, Şükrü Saraçoğlu tarafından Fenerbahçe’ye veriliyor. Beşiktaş da aynı şekilde, Çırağan Sarayı’nın bahçesini (sonradan Şeref Stadı olarak kullanıldı) Beşiktaş’a yakın olduğu için istiyor. Ona da orayı veriyorlar. Dolayısıyla Ankara üç kulübe de stadyum veriyor. Galatasaray’ın Stadı’nın talihsizliği şurada: Sonuçta orası bir arâzi, bir stad değil. Fenerbahçe’nin elde ettiği gibi bir stada değil de boş bir arsaya sâhip oluyor ve onu yapması on yıllar sürüyor. Onun bütün hikâyesi kitapta var. Hattâ bir resim göreceksiniz orada, stadın içinde bir bisiklet pisti var. Alt tribün dediğimiz, sonradan tribün olan yerin altı bisiklet pisti olarak yapılmış. Niye bisiklet pisti olarak yapılmış bilmiyorum, çünkü hiçbir zaman kullanılmamış. Büyük ihtimalle Ankara’nın isteğiyle yapılmış. Niye böyle bir şey istemiş Ankara? Çünkü İstanbul’daki futbol kulüplerini bir türlü düzene sokamıyor. Geçmişten gelen bir oturmuşluk var İstanbul’daki futbol kulüplerinde ve Fenerbahçe, Galatasaray ve sonradan Beşiktaş’ta. Onları zapturapt altına alamıyor bir türlü. Dolayısıyla İstanbul spor kulüplerinin 1922’de kurduğu örgütlenmeyi, yani Türkiye İdman Cemiyetleri İttifâkı’nı (Türk Spor Kulübü) kendi devletinin bir örgütü gibi göremiyor. Çünkü başında Ali Sami Bey ve onun yanında Fenerbahçeliler Beşiktaşlılar var, ama Cumhuriyet Halk Fırkası yok.
Türk Spor Kurumu’nu o yüzden kuruyor aslında Ankara; İstanbul’un başıboşluğunu tamâmen ortadan kaldırmak için. Zâten o dönemdeki bütün futbolcular Cumhuriyet Halk Fırkası üyesi yapılıyor. Askerler sporun içine giriyor ve askerler yönetmeye başlıyor. O dönem Hitler’in de yükseldiği bir dönem. Almanya’dan bir uzman getirtiliyor. Getirdikleri uzman Carl Diem. Daha çok militer bir gençlik yetiştirme peşinde oldukları için futboldan ziyâde diğer branşları çok istiyorlar. Hattâ Carl Diem’in mihmandarlığını Galatasaray Liseli bir öğrenci yapıyor. O yüzden de Galatasaray’ı çok seviyor. Büyük ihtimalle onun önerisi sonucu bisiklet pisti yapılıyor.

Ruşen Çakır: Ali Sami Yen Stadı’nın yerinde yeller esiyor şimdi. Staddan geriye bir şey kalmamış olması da çok hazin bir olay. Stadı başka yere taşıyorsun, ama aslında stadı bir şekilde tutabilirlerdi. Hattâ bu konu bir ara tartışıldı da.
Şenol: Evet, biraz geçmiş bir tartışma. Ama dediğiniz gibi, Fenerbahçe Stadı yerinde durabiliyorsa, Beşiktaş’ın stadı yani Dolmabahçe Stadı yerinde durabiliyorsa, orası da durabilirdi. Oranın bugünkü yerinde şimdi gökdelenler, rezidanslar ve alışveriş merkezleri var. Galatasaray’ın o stadı yenilemesine karşı çıkmalarının temel nedeni, trafiği çok etkileyecek olmasıydı. “Sizin düşündüğünüz modern stadın içinde AVM’ler olacak, o yüzden orada bir şey yapamazsınız” dendi. Ama onun yerine yapılan şey yine aynı oldu ve trafik yine aynı şekilde var orada.

Ruşen Çakır: İşin daha değişik tarafı, ben iki stadda da maç izleyen birisi olarak Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen’e ulaşımın daha kolay olduğunu düşünüyorum. En azından metroyla kolay gidebiliyordun. Şimdi daha farklı. Yine metroyla gidiliyor, ama bayağı zahmetli oluyor.
Şenol: Kitabı okuyanlar zâten görecekler, çok ayrıntılı biçimde anlattım. Faruk Süren’in başlattığı ve daha sonra Mehmet Cansun’un biraz değiştirerek, Doğan Hasol’un başında bulunduğu ekipte yeniden çizilen projenin gerçekleştirilememesinin sebebi tamâmen siyâsî. Çok fazla söylememize bile gerek yok, orada belli ki şu anda var olanı yaptırma gayesi var. Meselâ Galatasaray, hemen yandaki Likör Fabrikası ihâlesine de girmiş ve onu da almış, ama parasını ödememiş. Orası da karanlık bir nokta.

Ruşen Çakır: Neyse Ali Sami Yen konusunu kapatalım, Galatasaraylılık çok ortaya çıkmasın. Kitapta Taksim Stadı bambaşka bir yerde. İstanbul’daki stad olayı, taraftarlık olayının ana kaynağı sanki.
Şenol: Doğru. Çok ilginç bir şekilde tam da işgal dönemine denk geliyor Taksim Stadı’nın oraya konulması. Taksim Stadı dediğimiz yer, eski Topçu Kışlası; bugünkü Gezi Parkı’nın olduğu yer; Fransızlara âit bir yer. 1913 yılında Meclis-i Mebûsan karar vermiş ve 400 bin liraya Fransızlara satmış burayı. Amaç, orada denizi gören lüks apartmanlar yapmak. Onun plan ve projelerini de buldum, kitapta göreceksiniz. Ama projeyi hayâta geçirememişler. Çünkü savaş çıkmış, malzeme sorunu da var. Bir de iktidârı elinde bulunduranlar tarafında bir paylaşım savaşı da çıkmış. Dolayısıyla proje gerçekleşemeyince Fransız firma orayı kirâlamaya başlamış. Kirâlayanlar da daha çok, Bolşevik Devrimi’nden kaçan Ruslar. At yarışları ve böcek yarışları yapıyorlar orada. Çok ilginç böcek yarışları var, hepsi bahse dayalı.
O dönemde, İngiliz İşgal Kuvvetleri halk arasında sempati toplamak için spora büyük ağırlık veriyor ve bir Mini Olimpiyat düzenlemeye karar veriyor; bütün kulüplerin katılacağı bir olimpiyat. İstanbul’da da bunun yapılabileceği tek yer var: Fenerbahçe’deki İttihatspor Sâhası. Bir komite kuruluyor ve o komitenin içinde Çelebizâde Sait Tevfik Bey var. Galatasaray’dan Ahmet Robenson, Burhanettin Felek var. Ama Fenerbahçe’deki İttihatspor’un sâhası hâlâ İttihatçıların elinde. Sait Bey, Aydınoğlu Raşit Bey’e gidiyor ve stadı kullanmak için izin istiyor. Aydınoğlu Raşit Bey, işgalcilerin organizasyonu olduğu için bunu kabul etmiyor ve “Biz diğer Türk takımları başka organizasyonlar yapacağız” diyerek reddediyor. Sait Bey bir dolu yer bakıyor; Bakırköy’e, Büyükdere’ye gidiyor, ama yer bulamıyor. Sonra aklına bu Fransız şirketi geliyor. Bir şekilde onlarla bağlantıya geçiyor ve ortadaki boş alanı bu ouynlarda kullanmak için anlaşıyor. Aslında stad hikâyesi orada başlıyor. Bu oyunlara, çoğu azınlık kulübü takımları olmak üzere, çoğu azınlık takımı yaklaşık 44 kulüp ve 1500’e yakın sporcu katılmış. Seyircinin müthiş ilgisini çekiyor oyunlar.
Sait Bey çok zeki bir tüccar aslında. O dönem Spor Âlemi dergisini de çıkartıyor. Türk kulüplerini de işin içine katıp bu oyunları büyütmeye karar veriyor. Kendisi aynı zamanda Fenerbahçe’nin o zamanki İdâre Meclisi üyesi. İlk kontağı kuruyor. İşgal Birlikleri’nin bir dolu futbol takımı var; onlarla birlikte Türk takımlarına maç yaptırmaya başlıyor. Sait Bey’in anılarında yazdığı şey çok net. Bu yaptığı, aslında Türk kulüplerinin para kazanmasını sağlamaya yönelik bir şey. Çünkü işgalle birlikte, Türk kulüpleri maddî açıdan çok zor duruma düşmüş. Eskiden Donanma Cemiyeti’nden aylık yardım alıyorlardı, onlar kesilmiş. Ellerinde olan spor âletlerini bile İşgal Kuvvetleri geri almış. Meselâ Galatasaray’ın Fenerbahçe’de bir lokali ve kendisine tahsis edilen İnci isimli bir kotrası vardı. Fenerbahçe’nin de Belkıs kotrası vardı. Bunların hepsini işgalle birlikte geri vermek zorunda kalmış ve kulüpler çok zor duruma düşmüş. Dolayısıyla İşgal Kuvvetleri’yle yapılan bu maçlar, parasal açıdan Türk kulüplerinin çok işine geliyor. O dönemde 100’den fazla maç yapıyor Türk kulüpleri. Târihin bu kısmına kimse pek bakmıyor, daha çok hamâsî kısmına çok önem veriliyor. Ama o dönem hem Fenerbahçe hem Galatasaray bu maçlardan bayağı para kazanıyorlar. Zâten Sait Tevfik de bunu anılarında yazmış. Hem müstecirler (kiralayanlar) kazanıyor hem Fransız Bankası kazanıyor hem kulüpler kazanıyor. Dolayısıyla, Taksim Stadı merkezde olmasından dolayı büyük ilgi çekiyor ve seyirci sayısı artıyor. Çünkü İstanbul’un eğlence yerleri, lokantalar orada. Biletli girişlerden sonra İstanbul’da futbol ilk olarak Taksim Stadı’nda patlıyor ve yükselmeye başlıyor.

Ruşen Çakır: Yirmi yıl sürmüş değil mi?
Şenol: Doğru.

Ruşen Çakır: Ali Sam Yen Stadyumu’ndan bahsettik. Bir de Beşiktaş’ın Şeref Stadı var. Onun da ilginç bir öyküsü var. Onu da çocukluğumdan hatırlıyorum. Şu anda hâlâ var mı?
Şenol: Şu anda yok tabiî, otel oldu orası.

Ruşen Çakır: Doğru, yok tabiî. Ama uzun bir süre, Beşiktaş Dolmabahçe’deki stadyumu kullandığı zamanda da Şeref Stadı’nda amatör maçlar ya da kupa maçları yapılıyordu galiba.
Şenol: Evet, amatör maçlar orada yapılıyordu. Beşiktaş da antrenmanlarını orada yapıyordu. Oraya otel yapmaya karar vermişler, ama bir türlü hayata geçiremedikleri için uzamış o iş. Beşiktaş Çırağan’ın bahçesinde oynamaya 1930’larda başlamış. Tabiî küçük bahçe olduğu için derme çatma tribünler yapılmış, ama müthiş manzarası var. Kitaptaki fotoğraflarda da göreceğiniz gibi, tam da denizin kenarında. Aslında dünyanın belki de en güzel stadlarından birisi sayılabilir. Denize top düşüyor, maç duruyor, topun gelmesini bekliyorlar filan.

Ruşen Çakır: Ortaköy’de hazırlık sınıfı okuduğumuz için biliyorum denize top düşme olayını. Şeref Stadı da bizim okuldan yürüme mesâfesindeydi zâten.
Şenol: Şeref Stadı, Şeref Bey'in vefat etmeden önce elde etmek için çok uğraştığı bir arsa olduğu için, bahçe olduğu için, “Şeref Bey Stadı”’ diye biliniyor.

Ruşen Çakır: Stadın adı onun adından geliyor. 
Şenol: Ama 1938’de Beşiktaş Yönetimi, “Aslında biz de çok çaba sarf ettik” diyerek stadın adını değiştiriyor ve “Beşiktaş Spor Kulübü Stadı” hâline getiriyor. Onun üzerine Beşiktaş’ın içerisinde, stadın adının “Şeref Stadı” olması gerektiği üzerine büyük bir direniş başlıyor. Durum artık öyle bir noktaya geliyor ki “Şerefspor Kulübü” diye bir kulüp kuruluyor. Formaları, armaları var, Ankara’ya başvurup izin almışlar. Sonunda yönetimi bir şekilde istifâ ettirmeyi başarıyorlar ve stadın adını Şeref Bey Stadı olarak tekrar geri çeviriyorlar. Şeref Bey’in mezarı da bugün otele bakan yukarıdaki bir mezarlıkta.

Ruşen Çakır: Dolmabahçe Stadı’na gelelim. Dolmabahçe bizim çocukluğumuzda, 60’lı, 70’li yıllarda herkesin stadyumuydu, değil mi? Sonra birdenbire Beşiktaş’ın stadına dönüştü. Onun da öyküsünü anlatıyorsun kitapta. O da ilginç bir olay tabiî. Biraz önce Şeref Stadı’nın dünyanın en güzel manzarasına sâhip olduğunu söyledin. Aslında Dolmabahçe Stadı da öyle, müthiş bir manzaraya hâkim.
Şenol: Evet, o da aynı şekilde.

Ruşen Çakır: Ama bir zorluğu var; araba park etmek zor. Çünkü Taksim Gümüşsuyu’ndan aşağı iniyorsun. İlginç ve çok güzel bir yer aslında.
Şenol: Dolmabahçe Stadı, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi gelişim sürecini birebir yansıtan bir stad. 1930’larda, Atatürk döneminde, yeni cumhuriyeti simgeleyecek anıtsal yapılar üretmek için bir girişim başlatılıyor. İlk önce Ankara’da 1936’da bir stad yapılıyor. İstanbul’da da bir stad oluşturmak için çalışma başlatılıyor. O dönemin basınında adı, “Asrî Stadyum” olarak geçiyor. İlginçtir, Asrî Stadyum için Yenibahçe’de bir arsa bulunuyor. Yaklaşık 10 yıl sürüyor istimlâk edilmesi. “Yenibahçe’de yeni bir Asrî Stad yapıyoruz” diyerek yola çıkılmış, ama hiçbir zaman temeli atılmamış. Sonradan da, “100 bin kişilik stad yapıyoruz” diye onu çeviriyorlar. Bugünkü Olimpiyat Stadı’nın başlangıcı da herhalde buydu.
Beşiktaş’ta düşünülen ise bir semt stadıydı ilk başlangıçta. Dolmabahçe Sarayı Has Ahırları’nın olduğu yere, yani bugünkü stadın olduğu yere bir semt stadı kurmak istiyordu o dönemdeki İstanbul Belediyesi. Ama Yenibahçe’deki stad istimlâklardan dolayı bir türlü başlayamadığı için, Dolmabahçe’de semt stadı olarak düşünülen stad, zamanla, İstanbul’un, Cumhuriyet’in simgesi olacak olan Asrî Stad’a dönüşüyor. O dönem çok büyük paralar harcanmış. Siyâsîlerin futbola nasıl girdiğini de çok iyi görüyorsunuz orada.
Asrî Stad’ı başlangıçta 25 bin kişilik olarak planlamış mîmarlar. Demokrat Parti dönemiyle birlikte bu sayı o kadar çok artıyor ki… Eğer becerebilselerdi, şu an yola bakan ön taraftaki o anıtsal girişi de değiştirip, üç katlı tribün hâline getireceklerdi, onun planlarını hazırlamışlar. O zaman 70 bin kişilik bir stad olacaktı.

Ruşen Çakır: O târihte mi?
Şenol: Evet.

Ruşen Çakır: Doldurabilecekler miydi?
Şenol: Aslında ilginç olan kısmı da. O stadın yapıldığı zaman köyden kente göç dönemine ve İstanbul’da semtleşmenin, Demokrat Parti’yle birlikte küçük Amerika olmaya yönelik hayallerin çok canlandığı bir döneme denk geliyor. Dolayısıyla, Dolmabahçe Stadı bu anlamda bir merkez oluyor. Taraftarlık da zâten burada gelişmeye başlıyor. Şehrin tam merkezinde, her şekilde ulaşımı çok kolay, her yerden stada ulaşabiliyorsunuz. İstanbul’daki futbolu da devlet yönetiyor. Stadın tamamlanması için Dolmabahçe Gazhânesi’nin yıkılması gerekiyor, o yüzden inşaat yavaş yavaş yapılıyor. İnşaatın yarısı henüz tamamlandığı için insanlar maçları açıktan da seyredebiliyor. Yani stad 1900’lü yıllardaki o bedâvacı dönemine de dönüşmüş durumda. Adı sonradan “Beleştepe” olarak konan yer veya “bedâvacılar” kavramı o dönemde ortaya çıkıyor. Binlerce, on binlerce genç oraya akın ediyor. Karaborsa da orada başlıyor, sabahlamalar da orada başlıyor. Dolayısıyla, dediğiniz gibi orası herkesin stadı.

Ruşen Çakır: Peki, Fenerbahçe’ye, Şükrü Saraçoğlu Stadı’na gelelim. Şu andaki stadın uzun bir târihi var, değil mi?
Şenol: Evet, ilk stad.

Ruşen Çakır: Çünkü birdenbire bir stad yapılmış gibi oldu, ama aslında var olan bir yer orası. Onun öyküsünü kısaca anlatır mısın?
Şenol: Dediğim gibi, İngilizlerin kurduğu stad, “Union Club” dediğimiz yer orası. Ama I. Dünya Savaşı başlayınca İttihatspor sâhası oluyor ve o stadı İttihatçılar yönetmeye başlıyor. Aydınoğlu Raşit Bey, Altınordu İdman Yurdu’nu kuruyor ve oranın stadı hâline geliyor. Tek stad olduğu için bütün kulüpler orada oynuyor. Dediğim gibi, işgal dönemi olduğu için Taksim Stadı ön plana çıkıyor. Biliyorsunuz işgal sonrasında Atatürk ve İttihatçılar arasında bir hesaplaşma var. 1927’ye kadar Atatürk İstanbul’a gelmiyor. Bu hesaplaşmanın tamamlanmasını bekliyor esâsında. İzmir sûikastı sonrasında bu tasfiye de tamamlanmış oluyor.
Stad, 1931 yılında Şükrü Saracoğlu tarafından Fenerbahçe Kulübü’ne 10 yıllığına kirâlanıyor. Bir yıl sonra, 1932’de tapusuyla veriliyor. Aslında tapuyu almasının Fenerbahçe Kulübü için olumlu olduğunu düşünürüz, değil mi? Belki bugünden baktığımızda öyle olabilir. Ama 1950’lere, 60’lara geldiğimizde Fenerbahçe bunun çok sıkıntısını yaşıyor; o tapulu stad başına dert oluyor. Çünkü devlet diğer stadlara yardım ettiği halde, onlara, “Orası sizin özel mülkünüz. Size yardım edemeyiz” diyor. Dolayısıyla kulüp stadın tapusunu devlete devretmeye karar veriyor.

Ruşen Çakır: Devletten yardım alabilmek için.
Şenol: Evet. Çünkü yapamıyor. Fenerbahçe de, Galatasaray da, Beşiktaş da küçük kulüpler, paraları yok. Târihi incelediğinizde görüyorsunuz. Meselâ Galatasaray, bu 10 yıl, 20 yıl süren stad yapma mücâdelesi sırasında bir Stad Komisyonu kurmuş, kampanya açıyor. Fenerbahçe piyango düzenliyor. Herkes elinden geleni yapıyor, ama yapabildikleri o kadar sınırlı ki. Devletin yardımı olmadan stadı yapması mümkün değil. Dolayısıyla önce tapusunun yarısını veriyor, karşılığında para alıp stadı yapabilmek için. Sonra Ali Şen zamânında, tapusuyla birlikte devlete geri veriyorlar.
Ama Fenerbahçe burada yaşadığı tâlihsizliği 2000’lerde başka türlü yaşıyor: Biliyorsunuz Aziz Yıldırım döneminde stad parça parça yenilenmeye başlıyor. Aslında Türkiye’nin ilk modern stadını Aziz Yıldırım orada yapıyor. Localar, 1907 Tribünü, ekranlar… O dönemi hatırlarsın: Galatasaray yeni modern stadı yapmak istiyordu ama yapamıyordu. Fenerbahçe yapmıştı. Dolayısıyla rekabette büyük bir fark oluşmuştu. Fenerbahçe o dönem, transferler olsun, kombineler olsun, gelirler açısından olsun, aldı başını gitti. Aziz Yıldırım kapak olmuştu Forbes dergisinde. Ama şimdi ilk olmanın dezavantajını yaşıyorlar. Çünkü o stad nereden bakarsınız bakın bugünkü Beşiktaş’ın, Galatasaray’ın elde ettiği geliri elde edemiyor, çünkü loca sayısı sınırlı. Yani yapılmış bir stad var, yeni konseptte yapılması için belki de baştan yıkılıp yeniden yapılması lâzım. O yüzden, belki başka mekânlar konuşuluyor.

Ruşen Çakır: Hatırlıyorum, eskiden dolmayan tribünler olduğu zaman maçın ikinci yarısında kapı açılırdı. Ben öyle girdiğimi çok hatırlıyorum. Bir yerden sonra maçın ne olduğunun önemi yoktu, sırf stada girmek önemliydi. Bir de tabiî bütün bu stadların yarattığı bir taraftar kültürü var. Meselâ taraftarların tercih ettiği tribünler, stada ulaşma yöntemleri ya da maça gelmeden önce buluşmalar ya da maçtan çıktıktan sonra yapılan şeyler. Buralarda stadların nasıl bir önemi var? Meselâ diyelim ki Dolmabahçe Stadı’ndaki maça gidecek olanlar Beyoğlu’nda ya da Beşiktaş’ta bir şeyler atıştırıp, eğlenip öyle gidiyorlar. Fenerbahçe’dekiler öyle yapıyor. Ben o yakada oturduğum için biliyorum. Maç öncesi Kadıköy’de, şurada burada eğlencelerini yaşayıp, yiyip içip, yürüyerek de olsa maça gidebiliyorlar.
Şenol: Hem Beşiktaş hem Fenerbahçeliler açısından baktığımda, bence bu çok büyük bir avantaj. Belki kulüp açısından ekonomik olarak çok yüksek gelir olmayabilir, ama taraftar kültürünün oluşması açısından baktığımda, Fenerbahçe için de Beşiktaş için de büyük avantaj maça yürüyerek gelebilmek, öncesinde toplanmak, bir arada olmak. Yani bir maç ritüeli var, tıpkı İngilizlerin yaptığı gibi. Onların bira kültürü var, bizde de başka kültürler var; birlikte yemek yemek gibi.

Ruşen Çakır: Mesela bu anlamda şu anda Galatasaray’da ne var? İnsanlar maçtan önce gelip otoparkta toplanıp eğlenmeye çalışıyorlar, çünkü yakınlarda hiçbir şey yok.
Şenol: Maalesef öyle. Bir de polisten saklanmak zorunda kalıyorsunuz, çünkü polisler de dolaşıyor. Orada bira içemezsin, şunu yapamazsın bunu yapamazsın. Ama bunun önüne geçmek gerçekten önemli. Çünkü İstanbul’daki taraftar kültürü, alt kültür… Taraftar alt kültürü artık bilimsel yayınlara girmeyi sağlayacak kadar önemli bir şeydir. İnsanlar bunlara ihtiyaç duyuyor. Var olması, yaşamaya devam etmesi için bunların da olması gerekiyor. Meselâ Galatasaray’da, Ali Sami Yen sokak kültürü vardı; köftecisi, sandviççisi, büfecisiyle. Bugün insanlar hâlâ maçlardan önce o sokaklara gitmeye çalışıyor. Bu kültür, modern futbol endüstrisinin karşısında yavaş yavaş geriliyor ne yazık ki. Bu, stadlara da yansıyor biliyorsunuz; stadlardaki seyirci profili de değişmeye başlıyor. Ben Galatasaraylı olduğum için söylüyorum; Mecidiyeköy’de Ali Sami Yen Stadı’na sürekli gelen o 8 bin kişinin yarattığı etkinin, bugün o düzeyde olduğunu düşünmüyorum. O yüzden, “O niye yuhalandı? Futbolcu yuhalanır mı?” tartışmaları çok oluyor. Bu, yeni taraftar kültürünün getirdiği tartışmalar.

Ruşen Çakır: Benim bildiğim, İstanbul’da çok büyük bir Olimpiyat Stadı fiyaskosu var, bilmiyorum katılır mısın?
Şenol: Doğru.

Ruşen Çakır: Arada sırada maç yapılıyor orada, değil mi?
Şenol: Evet. Şimdi hatırlayamadım ama, başka bir takım maç yapıyor. 

Ruşen Çakır: Nasıl bir şeydir bu? Tam çöpe atılmış bir iş gibi. Hesap hatâsı, plan hatâsıyla dolu bir proje.
Şenol: Gerçekten öyle. Dediğim gibi kitapta bir Yenibahçe bölümü var. O bölüm, aslında bugünkü Olimpiyat Stadı’nın neden yapıldığını anlamak için okunması gereken bir bölüm. Yenibahçe de aynı şekilde 1930 yılında büyük stad yapacağız diye başlatılan ve hiçbir zaman yapılmayan, ama arsası alınan, istimlâk yapılan, bütçede yer ayrılan bir mâcerâ hâline gelmiş. Olimpiyat Stadı ise yer seçimi yüzünden zâten büyük hatâyla başlayan bir stad. Büyük para harcanarak yapılmış, olimpiyat hayâlini gösterebilmek için, “Bakın işte, biz bunun için bir stad yaptık” diyebilmek için yapılmış, ama kaynakların nasıl hor kullanılacağını gösteren en güzel örnek bence. Oraya kimse gitmedi. Galatasaray bir yıl gitti. Ligin ilk yarısı bile bitmeden devredışı kaldı. Fatih Terim’in ikinci yılıydı. O bir yılın sonunda, 3 bin, 4 bin taraftar ancak vardı maçlarda.

Ruşen Çakır: Ulaşımı zordu zâten. Bitirirken son olarak şunu sormak istiyorum: Tabiî sen çok ilgili olduğun için dünyadaki diğer örnekleri de biliyorsun.  Dünyadaki, meselâ İspanya’daki, İngiltere’deki stadların mîmârîsi, kültürü, oradaki taraftar kültürü açısından baktığın zaman, Türkiye, ama esas olarak İstanbul nasıl bir yerde duruyor? Biz onlarla yarışır mıyız?
Şenol: Doğrusu, biz ilerideyiz. Bir kere semt stadı olarak Fenerbahçe ve Beşiktaş bence mükemmel konumdalar. Taraftar açısından düşünüyorum. Artı, “kompakt stad” denilen yeni bir akım var biliyorsunuz.  Burada kulüpler seyirci sayısını çok yüksek tutmuyor; tutmak istemiyor. Ama 40 bin, 50 bin kişiden daha fazla gelir elde edebilmenin yolunu arıyor. Türkiye’nin târihinde her zaman 80 bin, 90 bin, 100 bin kişilik stad tartışması hâlâ yapılıyor.

Ruşen Çakır: Sürümden kazanmak gibi.
Şenol: Evet. Onun yerine, az kapasite, ama çok tüketen seyirci tercih ediliyor. Dünyadaki “Kompakt Stad” dediğimiz yeni akım bu. Dolayısıyla herkes stadını değiştiriyor, yeniliyor ve aslında bir anlamda küçültüyor. Ama hizmet sektörüne dönüşüyor artık spor. Alışveriş merkezleri konuluyor filan. Ve her gelene çok daha fazla para harcayabilecekleri ortamlar sunmaya çalışıyor. Türkiye de bunu yapmaya çalışıyor. Galatasaray, metrodan stada giden caddeyi değiştirmek, dönüştürmek istiyor. Ama bu ulaşım meselesi çözülmediği müddetçe, Galatasaray’ın bu sorunu çözmesi çok çok zor. O yürüyerek gitme meselesini bir şekilde çözmesi gerekecek. Belki mîmarlar bu konuda bir araya gelip, bu sorunu nasıl çözebileceklerine dâir, yeni, kimsenin şu an aklına bile gelmeyen çözümler üretecekler.

Ruşen Çakır: Mehmet, çok teşekkürler, çok güzel bir sohbet oldu.
Şenol: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Evet, Mehmet Şenol’la, Remzi Kitabevi’nden çıkan Siyaset, Kulüp, Stadyum kitabı ve İstanbul futbol kültürünün değişimi üzerine keyifli bir sohbet yaptık. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
20.06.2025 Özel mi, Erdoğan mı? Kim daha önce pişman olacak?
19.06.2025 Öcalan niçin İsrail’in karşısında, Ankara’nın yanında?
18.06.2025 “İç cepheyi tahkim”e İmamoğlu, Demirtaş ve diğer siyasi tutsakları tahliye ederek başlayabilirsiniz
17.06.2025 Ekrem İmamoğlu’nun duruşu
16.06.2025 Nedir şu Fethullahçılardan çektiğim!
15.06.2025 Öcalan’ın İsrail ile, İsrail’in Öcalan ile ne alıp veremediği var?
15.06.2025 İran’ın yanında, rejiminin karşısında
14.06.2025 Erdoğan CHP’yi yeniden istediği kıvama getirebilir mi?
13.06.2025 Gaziosmanpaşa’nın gösterdiği AK Parti realitesi
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı