Orhan Miroğlu ile söyleşi: Türkiye’nin Mandelası Bahçeli mi olacak?

04.11.2025 medyascope.tv

4 Kasım 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Çözüm sürecini siyasetçi, yazar Orhan Miroğlu ile konuşuyoruz. Orhan, merhaba.
Orhan Miroğlu: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Temmuz ayının ortasında konuşmuştuk, "Silahlar gidiyor mu, bitiyor mu?" diye. Bayağı bir şeyler oldu aslında ama hâlâ ağır ağır gidiyor. Fakat bugün Devlet Bahçeli yine geçen sene 22 Ekim'de yaptığını biraz andıran diyelim, çünkü o çok büyük bir şeydi, bir çıkış yaptı. Öcalan’ın yanına Demirtaş'ı da koyan bir çıkış yaptı. Öncelikle oradan başlayalım ve devam edelim. Bahçeli şaşırtmaya devam ediyor, değil mi?
Orhan Miroğlu: Evet. Zaten bu tür süreçler biraz şaşırtarak devam eden süreçlerdir. Daha önce de senin programda söylemiş miydim hatırlamıyorum ama bizim Yalçın Hoca var. Yalçın Hoca birinci çözüm sürecinin önemli bir entelektüeliydi. Şimdi kimse bundan bahsetmiyor. Yani entelektüel zeminden bahsedilmiyor. Sanki akabinde uyandı Türkiye, böyle bir yola girdi. Böyle değil. Bu yüzden aslında bu Öcalan’la son görüşmede Öcalan sanki bunu biraz hissettiriyor. Tarihten bahsediyor, tarihin iki sacayağından falan. Tabii ki buna tarihçiler de bakacak ama genel olarak bu bir entelektüel alan. Dolayısıyla Devlet Bey’in şaşırtmasını tarih üzerinden okumak lazım, Ruşen. Yani bu bildiğimiz az çok işte senin de zamanında merak edip ne bileyim hep beraber öğrendiğimiz Afrika'dan tut İrlanda'ya kadar bu böyle olmuştur. Yani bir hazırlığı vardır bunun ve ama en önemli şey bence tarih okuması. Bu tarih okumasını ben Devlet Bey’in iyi yaptığını ve bu yüzden de şaşırttığını ve şaşırtmaya da devam edeceğini düşünenlerdenim. Yani Devlet Bey işte sabah partideki yetkilileriyle, kurmaylarıyla uyanıp "Bugün böyle yapalım." Bu, cumhuriyetin kuruluşundan daha zor bir iş gibi görünüyor bana. Cumhuriyetin kuruluş vesilesiyle yeniden hatırladık ya. Mustafa Kemal şey yapmış, demiş ki "Yarın cumhuriyeti kuruyoruz." İyi de yani o cumhuriyetin geldiği yollar, Ulusal Kurtuluş Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması, dünyanın yeni konjonktürü... Şimdi bütün bunlar tabii ki evet, yani popülist anlayışlar için çok geçerli şeyler olmayabilir ama bence bu memleketin entelijansiyası için, on yıllık ne bileyim daha fazla siyasi hesap yapanlar için önemlidir diye düşünüyorum. Ve bugün Öcalan'ın o kısa metninde, onunla yapılan görüşmenin kısa metninde ben biraz bunun ipuçlarını görüyorum.

Ruşen Çakır: Peki, şeyi sormak istiyorum özellikle. Şimdi Demirtaş bahsi... Daha önce Öcalan’a referans çok verdi, "Kurucu önder" dedi ve tepki de çekti. Ama Demirtaş’a bu kadar vurgulu şey yapmamıştı ve açık açık tahliyesini istedi şu anda. Şimdi burada Demirtaş'ın en son yazdığı bir yazı var. Yazıdaki önerileri var, kardeşlik...
Orhan Miroğlu: Okudum, paylaştım ben de. Biliyorum yazıyı. Okudum, paylaştım.

Ruşen Çakır: Burada nasıl bir yakınlaşma görüyorsun? Yani Demirtaş’tan, Bahçeli’den...
Orhan Miroğlu: Şimdi Devlet Bey’in ilk çağrısından bu yana ne oldu? Bu meseleyle alakalı kamuoyu, siyasi aktörler bir Demirtaş söylemi içerisinde yaklaştılar. Yani, ‘‘Peki tamam, iyi ama Öcalan’ın örgütün kurucu lideri ilan edildiği bir dönemde Demirtaş ne olacak?’’ sorusu hem Kürt kamuoyunun merak ettiği bir soruydu. Tabii bu soru sorulduğu zaman da ister istemez Demirtaş'la PKK arasındaki ilişkiler, müktesebat diyelim, çeşitli dönemlerdeki seçimlerde alınan tavırlar, Demirtaş'ın yine en son mahalli seçimlerde eşinin İstanbul'da aday olması, onun üzerinden yürüyen polemikler vesaire, bütün bunlar sanki yani PKK'yi bir geleceğe hazırlıyor devlet, eğer bu bir devlet projesi ise diyelim. Ama burada işin sivil ayağı ihmal ediliyor. İşin sivil ayağı dediğimiz zaman doğal olarak hepimizin aklına HEP’in kuruluşundan bu yana gelen müktesebat, tarih akla gelir. Dolayısıyla bugün bu tarihin en önemli aktörleri arasındadır Selahattin Demirtaş. Ve belki bildiğimiz sebeplerle işte genç olması, 8-9 yıldır hapiste olması, bu meselenin kavşak noktalarında önemli roller üstlenmiş olması, hakkını yemeyelim, entelektüel birikimi, bir roman yazarı aynı zamanda, beğeniriz beğenmeyiz ama bir roman yazarı; bütün bunlar sanırım Demirtaş'ı bir adım daha ileriye taşıyan özellikler. Dolayısıyla şimdi bu özellikleri Kürt kamuoyu da bizler de hepimiz sorguladık. Evet, eğer bu böyle olacaksa, seninle Temmuz ayında konuştuğumuzda söylemiştim, eğer PKK'nin geçmişine karşılık Türkiye bir gelecek sunmaya hazırlanıyorsa bu örgüte, peki bu işin sivil tarihi ne olacak? Yani mücadele hangi zeminde devam edecek? Dağdan gelip inenler mi yüklenecek bu işi? Ki kısmen olabilir de bu, olabileceğini de göreceğiz zaten. Ama Demirtaş ve işte bugün HDP'de siyaset yapan, DEM Parti'de siyaset yapan insanlar üzerinden mi? Şimdi dolayısıyla devletin, Devlet Bey dahil yani devlet derken bir kurum ama Devlet Bey de isim olarak Devlet Bey zaten, bu PKK ve Demirtaş arasındaki meselelere çok müdahil olmak falan gibi bir tavrın içerisinde olmadı. Dolayısıyla tahliye de bu çerçevede gündeme gelmedi. Nitekim biliyorsun, AİHM'in aldığı son karara Türkiye hukuki olarak itiraz etti. Ama bu itiraz da şimdi Demirtaş'ın lehine sonuçlanmış görünüyor. Yani AİHM'in kararı böyle oldu. Dolayısıyla bu saatten sonra Demirtaş'ın... Bu çok tartışıldı: ‘‘Acaba DEM'in, gelecekteki DEM’in siyasi geleceğinin bütün merkezine Abdullah Öcalan mı oturuyor? Peki burada diğer aktörler ne olacak?’’ gibi bir tartışma da yaşandı. Devlet Bey’in bugün yaptığı tartışma bence, kendi cümlesi de var zaten bu konuda biliyorsun, yani ‘‘Öcalan mı, Selahattin mi? gibi bir şeyi — mealen söylüyorum — geride bırakmamız gerekir’’, yani yorumu böyle oldu.

Ruşen Çakır: Peki bir şey sorabilir miyim? Bu DEM'in...
Orhan Miroğlu: Bu geride kaldı. Bence artık bu mesele geride kalmış oldu gibi düşünelim.

Ruşen Çakır: Olayın bir Kürtler boyutunu sormak istiyorum. Şimdi Demirtaş’ın demin bahsettiğimiz yazısı, uzun zamandır böyle bir yazı yazmadı, bazı Kürtlerde çok sert olumsuz tepkilere yol açtı. Buradaki Anıtkabir gibi birtakım şeyler, Alparslan Türkeş’in mezarı gibi şeyler ve bir küçük çaplı sosyal medyada şurada burada bir şey hâli oldu, bunu bir ihanet gibi sunanlar oldu, görmüşsündür. Buna ne dersin?
Orhan Miroğlu: Şimdi tabii Ruşen, bu tür süreçlerde kamuoyundan sürecin bütün parametrelerini, oluşma biçimini aktif bir biçimde desteklemesini beklememek gerekir. Şimdi zaten Abdullah Öcalan üzerinden Kürt kamuoyunun belli bir kesiminde, ki onlar herhalde kendilerini Kürt milliyetçileri olarak tarif ediyorlar, o kesimde sürece karşı bir soğukluk hatta çok ciddi eleştiriler vardı. Şimdi tabii ben Selahattin Bey’in o yazısını okuduktan sonra paylaştım doğrusunu isterseniz ama kendi görüşlerimi de katarak paylaştım. Çok hafife alındı bir kere belli bir kesim tarafından. Yani "Bu çocukça bir şey. Bunu ortaokul, ilkokul öğrencisi bile yazmaz. Sen gel de dokuz yıl hapiste yat. Şu olsun, bu olsun. Sonra çık. Hadi gel, Kürtleri ve Türkleri ortak Anıtkabir ziyaretine, Mehmet Sincar ziyaretine falan davet et." Şimdi tabii işin bu yönü konuşulabilir. Yani bu ziyaretler erken mi olur, geç mi olur? Ama bu bir paradigma değil. Yani bu bir yol haritası gibi değildir. Benim anlayışıma göre bu bir jestti aslında. Çünkü bu tür süreçlerde karşılıklı jestler her zaman olur. Ragbi biliyorsun, Afrika'daki Afrikanerlerin yani beyazların milli bir sporuydu ve bu milli sporun oyuncuları Güney Afrika'da olsun, başka ülkelerde olsun maç oynadıkları zaman Afrika'nın siyahları yabancıların kazanmasını istiyorlardı. Anlatabildim mi? Şimdi bu nedendi? Çünkü o siyah öfke beyazların eliyle oluşmuş hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Mandela nasıl bir jest yaptı, hatırlayalım. Mandela o takımın, yani o zamana kadar yabancıların bile ona karşı desteklendiği takımın formasını giydi. Bu çok önemli bir kırılma noktası oldu Güney Afrika'da ve o saatten sonra ragbi sporu sadece beyazların değil, bütün Afrikalıların ortak sporu hâline geldi. Şimdi Atatürk meselesi, Mustafa Kemal meselesi tabii ki çok tartışılıyor ama bence hem Kemalistlerin hem de Kürtlerin cumhuriyet dönemi tarihine ve Mustafa Kemal’in tarih sahnesine çıktığı döneme ilişkin görüşlerini mümkünse tabii güncellemesi lazım. Yani bu güncelleme olmadan her zaman bu çatışma yaşanacak. İşte bugün Abdullah Öcalan'ın bu tarihle ilgili görüşlerine yine bir hatırlatma yapmak isterim. İşte "Biz cumhuriyetin yasallaşması içerisinde olmamız lazım." Şimdi bunu düşündüğünüz zaman ortak bir tarih gelir akla ve bu ortak tarihi eğer birlikte ve şimdiye kadar bize öğretilen, gösterilen resmi tarihe karşı bir tez olarak yazamayacaksak, o zaman havanda su dövülüyor demektir. Dolayısıyla ben, yani Kemalist arkadaşlarım da var benim. Herhalde bir on yıldır en azından diyelim onlarla Meclis’te olan birtakım muhabbetlerimiz oldu. Avrupa Konseyi'nde birlikte çalıştığımız CHP'li arkadaşlarımız oldu. Bazı kaynak kitaplar bulurdum, yabancıların Mustafa Kemal'e bakışına dair ve o kaynakları mesela onlarla paylaştığımı hatırlıyorum veya "Bakın, burada sizin anlattığınız ya da görmek istediğiniz Mustafa Kemal'den biraz daha farklı bir Mustafa Kemal var. Biraz bu görüşleri güncellemek lazım." falan dediğimi hatırlıyorum. Yoksa mesele ziyaret falan değildir. Yani bu ziyaret, ne Kürtlerin ulusal direncini kırar yani taleplerini boşa çıkarır ne de Türkler bunu bir yenilgi olarak anlarlar. Anlamamaları da lazım. Selahattin Bey’in bu konudaki şeyini ben bir jest olarak değerlendirdim ama dediğin gibi daha farklı değerlendirenler, bir teslimiyet gibi görenler de oldu. Şimdi teslimiyet mi değil mi, çok fazla uzun beklemeyeceğiz. Önümüzde bir seçim var. İşte bu seçimin ne bileyim gerçekliklerine falan bakacağız. DEM'in izleyeceği politikaya, yine AK Parti'nin izleyeceği politikaya bakacağız. Yani körler sağırlar birbirini ağırlar noktasına mı gidiyor Türkiye, yoksa hakikaten herkes kendi siyasi programını koruyarak bu ülkede siyaset mi yapacak özgür bir biçimde?

Ruşen Çakır: Şimdi bu ihanet meselesine gelince, ‘‘Demirtaş teslim mi oluyor?’’ meselesine gelince, Bahçeli'nin yaptıkları yani Demirtaş'ın yaptıklarının çok ötesinde. Sen bugün ilginç bir şey yazdın, sosyal medyada paylaştın. Mandela göndermesi yaptın ve ‘‘Türklerin ve Kürtlerin Mandelası olmaya doğru gidiyor Devlet Bahçeli’’ dedin. Yani şimdiye kadar genellikle Bahçeli'ye De Klerk benzetmesi yapılıyordu biliyorsun, beyaz azınlığın lideri benzetmesi yapılıyordu. Senin söylediğin bunu daha ötesine taşıyor. Burada neyi kastediyorsun?
Orhan Miroğlu: Şimdi tabii bu çok konuşuldu. Mesela sen de hatırlarsın. Ben ‘‘Silahları Gömmek’’ kitabını yazıp sen iki gün üst üste süren bir röportaj yaptığında, o kitapta mesela 100 sayfaya yakın zannediyorum Öcalan ve Mandela kıyaslaması, hatta Robben Adası’yla İmralı Adası kıyaslaması yapmıştım. Bu dönemler arasındaki farklılıkları ortaya koymuştum. Çünkü ben dahil, çıktığımız yani Kürt siyasetçilerin çıktığı bütün televizyonlarda, ne bileyim platformlarda konuştuğumuzda bize dönüp mesela şöyle diyorlardı: "Ya sizin bir Gerry Adams’ınız bile yok. Liderlik olarak çok zayıfsınız," şu bu. Ben bu yaz bir vilayetimizi ziyaret ettim. Bu demek ki içselleştirilmiş bir görüş, yani Kürtleri temsil edecek kimse yok manasında söylüyorum. Halbuki var aslında. Biraz vicdanlı davranmak lazım. Bir valimizle sohbet ederken bana aynen şöyle dedi: "Ya Orhan Bey, bu devlet ne yapsın ki?" dedi. "Muhatap alacağı kimse yok ki." Ben de gayriihtiyari dedim ki, "Muhatap alacağı kimse olmaz olur mu? İşte ben varım mesela," dedim. "Ben muhatap olabilirim, niye öyle diyorsunuz?" falan dedim. Dedi ki, "Ya siz başkasınız." falan dedi. Ben başka falan değilim aslında. Benim gibi yüzlerce Kürt var, benim gibi düşünen, bu meseleye böyle yaklaşan. Şimdi dolayısıyla Türklere baktığımız zaman, Türk halkına baktığımız zaman, bu meselede bir Mandela arayışı oldu mu Türk halkının? Pek emin değilim. Bilmiyorum sen ne düşünürsün ama Kürtlerin bu sıkışmışlık içerisinde böyle bir Mandela arayışları falan olmadı değil. Ama zaman ve tarih bizi öyle bir noktaya getirdi ki, Türkiye gerçekliğinde söylüyorum, galiba bizim ayrı ayrı Mandelaları aramamıza gerek yok. Yani bir Mandela bize yeter. Bu bir Kürt de olabilirdi, bir Türk de olabilirdi. Ama bu Devlet Bey... Ben "Devlet Bey Mandela'dır" falan demedim. Yani bu potansiyeli taşıyor ve buna dair hamleler yapıyor. Bu tarihsel olarak öyle. Ama Devlet Bey yarın ödül alır mı? Başkası alır mı? Tayyip Bey alır mı? Ne bileyim bunlar ayrı meseleler. Ben bunu konuşmuyorum. Ama şunu söylüyorum: Güney Afrika'nın bir Mandelası oldu. Bak, sadece siyahların Mandelası demiyorum, Güney Afrika'nın. Yani Mandela sadece siyahların Mandelası olmadı. Güney Afrika'nın da Mandelası oldu ama aynı zamanda dünyanın da Mandelası oydu. Düşün ki yakın dostu Barack Obama şöyle demiştir Mandela için: "Onun varlığı, onun fikirleri tarihin bir başka biçimde gelişmesine yol açtı." Yani şöyle bir anlamı da var kurduğu cümlelerin Obama’nın: "Mandela olmasaydı tarih bu biçimde yaşanmayabilirdi." Yani insan hakları, mazlum ulusların mücadelesi falan... Bu perspektifle söylenmiş bir şey. Dolayısıyla Mandela dünyanın da Mandelasıdır. Türkiye'de böyle bir şey şimdiye kadar olmadı. Umudu yok mu insanların? Bence var. Bence Türkiye bu potansiyeli taşıyan bir ülkedir, yani sahip olduğu lider kadrolarıyla ilgili olarak söylemek istiyorum. Ama burada tutup da "aman ödül alalım" böyle bir hevesin içerisine de girmemek gerekir. Zaten kimsenin de girdiği yok. Ben tarihi manada, siyasi manada yorumladım. Çünkü Mandela çok zor bir işi başardı. Şimdi mesela en çok Devlet Bey’e karşı çıkanların argümanlarıyla Mandela'ya karşı çıkanların argümanları arasında Ruşen, inan hiçbir fark yok. Senin programına gelmeden önce hazırlandım bir iki saat. ‘‘Yeni Yüzyıl, Kürtler ve Bağımsızlık’’ biliyorsun benim 2018'de çıkan kitabım. O bölümleri tekrar okudum. Ve mesela gördüm ki Devlet Bey’e ve MHP'ye yapılan en büyük eleştiri şundan kaynaklanıyor: PKK'nin geçmişteki ihlallerden sorumlu tutulması, ne bileyim onlarca cana mala, sivil, sivil olmayan, asker, polis hatta korucu, insanların hayatından sorumlu bir örgüt olarak görülmesi. Mandela tam da bu noktada diyor ki: "Mazlumların, ezilenlerin," diyor... Ruşen sesim geliyor mu?

Ruşen Çakır: Geliyor. Sorun yok, geliyor, geliyor.
Orhan Miroğlu: Tamam. Seni göremeyince korktum. Diyor ki: "Mazlumların mücadele yöntemlerini her zaman egemenler belirler." diyor. Bu çok önemli bir şey. Şimdi biz de oturup mesela ne diyoruz? Diyoruz ki, "Diyarbakır Cezaevi olmasaydı 1984 Eruh-Şemdinli baskını belki olmayacaktı. JİTEM'in cinayetleri olmasaydı, ne bileyim, PKK'nin de birtakım işte hem sivillere hem de kendi içine dönük iç infazları falan..." Yani halk tabiriyle, "körle yatan şaşı kalkar" meselesi. Şimdi Kürtler dediğin ya İttihat Terakki'den, hadi bırakalım Osmanlı dönemini, İttihat Terakki'den bu yana bu ülkenin egemen siyasal kültürünün içindedirler. Dolayısıyla PKK'nin siyasi yöntemlerini, daha doğrusu mücadele yöntemlerini, köy baskınları, ne bileyim, akla gelebilecek ve hepsi de bir ihlaller manzumesi olarak görülen ve tabii ki Türk halkını da inciten, ulusal olarak gururunu da, onurunu da kıran bu yöntemlerin şeyine baktığınız zaman, bunun egemenler tarafından belirlendiğini söylemek çok da zor değil. Egemenler belirledi. Eğer devlet barışçıl yöntemlerle bu meseleyi çözmek isteseydi, PKK gibi bir oluşuma en çok Kürtler karşı çıkardı. Bu çok nettir. Şimdi inşallah bu önümüzdeki süreçlerde bunları konuşacağız.

Ruşen Çakır: Peki, şimdi Bahçeli'nin ısrarla dile getirdiği bu komisyondan bir heyetin Öcalan’la görüşmesi meselesi. Şimdi anladığımız kadarıyla Öcalan bunu çok istiyor, DEM Parti istiyor, Bahçeli istiyor ama Cumhurbaşkanı Erdoğan en azından onlar kadar istemiyor diyelim ve gecikmenin nedeni de bu. Şimdi bu cumhuriyet tarihinin çok önemli bir olayı olacak sonuçta. Sen milletvekilliği de yaptın. Sonuçta Meclis’in temsilcileri Öcalan'a gidecekler. Geçen bir Amerikan büyükelçisinin hani bir meşruiyet lafı vardı biliyorsun. Ortalığı karıştırdı. Şimdi bu tam anlamıyla Öcalan’ın meşruiyetini kabul etmek, daha doğrusu kabulünün tescili olacak. Çok kritik bir an. Ama aynı zamanda Bahçeli şuna emin olmuş ki, "Bu aşama önemli." diyor. O onun risklerini almış. Sen AK Parti'de de siyaset yaptın. Bütün ülkeyi yönetenleri de biliyorsun. Devleti de tanıdın ama devlet dışı Kürt hareketini de çok iyi bilen birisin. Yakında gerçekleşeceğini beklediğimiz bu buluşmanın sembolik anlamı üzerine neler söylemek istersin?
Orhan Miroğlu: Tabii bu görüşme meselesi tartışıldığı günden itibaren şöyle şeyler duyduk. Yani Meclis’te bir seçim oldu mu olmadı mı bilmiyorum, yani komisyon içerisinde ama olduğunu söyleyen gazeteciler de oldu. Öcalan’la işte bu yollu bir görüşmenin, evet, senin söylediğin gibi meşruiyet açısından, işte ne bileyim, yani onur kırılması gibi hissetmek falan... Bütün bunlar tamam, doğru ama şimdi bir de gerçeğin ya da madalyonun öbür yüzü var. Öcalan 1999'dan beri birtakım fikirler ileri sürüyor. Zaman zaman kendi örgütüne "Türkiye'yi terk et" dedi, olmadı. Bu memleketin, ne bileyim, apoletleri kabarık birçok askeri tarafından sorgulandı, görüşüldü vesaire. Abdullah Öcalan’la Türkiye'nin medyası Bekaa'da görüştü, en önemli medya aktörlerimiz, gazeteci arkadaşlarımız ve bence de iyi yaptılar. Yani o görüşmeler çok önemliydi. Şimdi Meclis’in komisyon olarak bu işe el atması ve sürecin komisyon üzerinden yürüyor olması kıymetli bir şey. Bu söylediğim önceki yıllarda olup bitenleri biz Ruşen, 4-5 yıl sonra öğreniyorduk. Ya Fatih Altaylı'nın röportajı bugün yayınlanıyor daha. O günlerde yayınlansaydı belki istifade ederdi Türkiye bundan diyelim. Yani halk başka bir gözle bakardı Abdullah Öcalan’a veya örgütüne diyelim. Şimdi bir mahkum mu Abdullah Öcalan  “? Evet, bir mahkum. Ben Meclis’in İnsan Hakları Komisyonu'nda da çalışmış biriyim. Ve Meclis’te mesela cezaevleriyle ilgili birtakım sorunlar olurdu. Alt komisyonlar kurulurdu ve o alt komisyonlarda bütün partilerden milletvekilleri oluşturulur, gidilir, görüşülürdü. Görüşeceğiniz kişiyi, yani cezaevlerinde direkt mahkumları muhatap aldığınız zaman o kişinin yargılama dosyasına falan bakılmıyordu. Cezaevinin koşulları. Bu bir. İkincisi, Abdullah Öcalan’ın şimdiye kadar dolaylı, avukatları aracılığıyla, akrabaları aracılığıyla heyetlerle yaptığı görüşmelerden envai çeşit yorum çıktı ortaya, değil mi? Yani o yorumların hangisi doğru, bilemedik. En son işte Suriye için söyledikleri acaba böyle miydi, başka bir şey miydi? Yani ailesiyle görüşenler dediler ki, kardeşi de dahil, ‘‘Suriye ile ilgili söyledikleri Türkiye'de öngördükleri görüşlerden farklı,’’ dediler. Bir başkası heyetteki arkadaşlarımız "Hayır" dediler. Bizzat rahmetli Sırrı Süreyya da biliyorsun, "Hayır, Suriye de bu işi kapsıyor" dendi. Suriye şimdi bu tartışmaları geride bıraktı, entegrasyon sürecine girdi. Problem yok mu? Var ama benim kanaatime göre o problemler de aşılacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Şimdi Öcalan'ın görüşlerinin tek elden, sorumlu elden yani komisyon eğer bu işin sorumlusuysa ve Öcalan'ın örgütünün mensupları bu komisyonun hazırlayacağı raporlar çerçevesinde... Değil mi? Bir rapor hazırlanacak, "tavsiye raporu" diyorlar buna. Ve bu tavsiye raporuna göre de Meclis bir geçiş dönemi yasaları planlayacak, anladığımız bu tartışmalardan. Dolayısıyla Abdullah Öcalan'la yüz yüze görüşmenin bence bu yapılan eleştiriler bağlamında yanlış olduğu kanaatinde değilim. Ben o komisyonda olsaydım gider Abdullah Öcalan'la görüşürdüm. Abdullah Öcalan da biliyor. Ben yıllarca hem PKK'yi hem Abdullah Öcalan'ın görüşlerini eleştirmiş bir insanım. Öyle duvara da yazılmadı o sözler, buza da yazılmadı, kitaplaştırıldı. Ama inan, ben Abdullah Öcalan'la bir milletvekili olarak ve Orhan Miroğlu olarak görüşmek isterdim. Neden isterdim? Çünkü biz aynı tarihin mensuplarıyız. Farklı aidiyetler geliştirmiş olabiliriz. Ve eğer Abdullah Öcalan siyasi manada muktedirse, Türkiye'nin bu çatışmayı geride bırakması konusunda bir liderse, ki şüphesiz böyledir, bunu söyleyen hiç kimse herhalde PKK'li değildir. Dışarıdan da bunu söylemek mümkündür. Bunu söylemek için PKK'li olmak da gerekmiyor. Evet, 50 yıldır süren bir çatışmanın aktörüdür, lideridir. O halde Meclis onun görüşleri doğrultusunda zaten kurulmuşsa bu komisyon, dünya âlem biliyor. Yani bunu tecahülüarif yapıp gizlemenin bir anlamı var mı? Bu Meclis şeyle birlikte savunuldu, Abdullah Öcalan ve PKK tarafından. Hatta CHP'nin bazı siyasi aktörleri de bunu zaman zaman savundular. Ne dediler? "Hakikat komisyonları kurulsun" dediler, hatırla. Ama bu görüşün fikir babası yine Abdullah Öcalan'dı. Şimdi dolayısıyla anlaşır gibi yapıp sonra işi yokuşa sürmenin bir anlamı yok.

Ruşen Çakır: Peki, şöyle bir toparlayalım. Son bir soru sormak istiyorum. Arada sürecin gelişmesine bağlı olarak bunları konuşmaya devam ederiz. Temmuz’daki yayında seni biraz daha isteyen ama çok da emin olmayan birisi olarak görmüştüm.
Orhan Miroğlu: Temkinli... Ama birçok şey belirsizdi.

Ruşen Çakır: Evet. Şimdi biraz daha pozitif olduğunu düşünüyorsun sanıyorum.
Orhan Miroğlu: Evet, aynen öyle.

Ruşen Çakır: Şu aşamada sence en büyük tehlike ne süreçle ilgili? Ya da tehlikeler, ya da bir tane ne olabilir? Yani bu işin yarım kalması neden yaşanabilir? İstediğimden demiyorum ama şey olarak...
Orhan Miroğlu: Doğrusunu istersen, Amerikan politikaları Ortadoğu'da değişirse. Ben en büyük riski burada görürüm. Ama Türkiye'nin içerisinde bu riskten daha ağır, süreci etkileyecek bir risk görmüyorum. Çok engel var, yani çok fazla problem var. Bugün Devlet Bey de ifade etti. ‘‘Çok çok büyük sorunlar var ve bu sorunların içindeyiz’’ anlamına gelen cümleler kurdu. Ben de aynı fikirdeyim ama ben tarihte Kürt meselesi söz konusu olduğunda ilk defa Amerikan politikalarıyla — yani Amerika'nın ulusal çıkarları mı desek, bilemiyorum — Türkiye'nin ulusal çıkarlarının büyük oranda örtüştüğü kanaatindeyim. Ki 2016'da Joe Biden'la yapılan görüşmede Joe Biden bize aynen şunu ifade etmişti: "Biz Suriye'de Amerikan ulusal çıkarlarının ne olduğunu biliyoruz ama bu çıkarların Türkiye'nin milli çıkarlarıyla örtüştüğünden emin değilim," demişti. Aradan 9 yıl geçti Ruşen ve bu çıkarlarımızın üç aşağı beş yukarı örtüştüğünü görüyoruz. Bugün ne İran ne de Baas dönemi aktörlerinin diyelim ya da başka başka güçlerin PKK'yi şu ya da bu şekilde etkileme gücü yok. Ve ben bu örgütü tanıdığım kadarıyla, ben onun uzmanı falan değilim kesinlikle ama tanıyabildiğimiz, bilebildiğimiz kadarıyla Suriye'deki grupların da Türkiye'ye dönük, hani ‘‘hele şimdi biraz bu nehri geçelim de sonra görüşürüz’’ hesabı, böyle bir hissiyat içinde değiller. Türkiye'de, Suriye'de serbest seçimler olacak. Oldu bir şey ama yani öyle çok dikkate almamak lazım. Ve bence bu insanlar orada Kamışlı'yı yönetecekler. Ne bileyim, Haseke'yi yönetecekler. Kobani'yi yönetiyorlar zaten, yönetecekler. Ve aslında PKK'nin bu yönüyle Suriye'de deyim yerindeyse sosyal ve siyasal anlamda istihdam ediliyor olması bizim ulusal çıkarlarımızla çatışmıyor, bence örtüşüyor. Çünkü biz mesela diyelim ki yasal düzenlemeler yapacağız, o yasal düzenlemelerin şu an herkesi kapsayacağını herhalde kimse düşünmüyor. Kapsamayacak, kapsam alanına girmeyecek insanların gidip ne bileyim Kamışlı'da, Kobani'de vesaire, yani SDG’nin yönetimi altında olan bölgelerde hatta Şam'da yaşaması için, hayatına orada devam etmesi için ne gibi bir zararımız olur? Tam tersine sürecin ihtiyaç duyduğu yumuşama, ihtiyaç duyduğu kabullenme, ihtiyaç duyduğu meşruiyetin bir parçası olarak bile görülebilir. Yani geniş düşünmek gerekir.

Ruşen Çakır: Bu Suriye meselesini seninle ayrı bir yayın yapalım. Bu çünkü önümüzdeki günlerde bayağı bir gündemde olacak. Türkiye'deki işler yolunda gidince, gözler oraya çevrilecek daha fazla.
Orhan Miroğlu: Aynen.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Orhan yayına katıldığın için.
Orhan Miroğlu: Ben teşekkür ediyorum. Sağ ol Ruşen. İyi yayınlar. Karadeniz'deki görüntülerin muhteşemdi. İyi gezdin bu ara Karadeniz'i.

Ruşen Çakır: Sağ ol, eksik olma. Evet, yazar, siyasetçi Orhan Miroğlu ile çözüm sürecini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
09.11.2025 Yakmak istediğim fotoğraflar!
08.11.2025 Yeniden: Ekrem İmamoğlu mucizesi
07.11.2025 Benim küçük gözaltım
06.11.2025 Siyasal İslamcıların iflası
05.11.2025 Bahçeli Demirtaş’a niçin sahip çıktı?
04.11.2025 Erdoğan ve Bahçeli'nin sürece bakışındaki farklılıklar neler? Burak Bilgehan Özpek anlatıyor
04.11.2025 Bahçeli'nin "Cumhur İttifakı'nda çatlak yok" sözüne inanmalı mıyız? Kemal Can yorumluyor
04.11.2025 Kürt hareketi çözüme hazır mı?
04.11.2025 Orhan Miroğlu ile söyleşi: Türkiye’nin Mandelası Bahçeli mi olacak?
04.11.2025 Mümtaz'er Türköne yanıtlıyor: Bahçeli'den demokrasi beklemek ne kadar gerçekçi?
09.11.2025 Yakmak istediğim fotoğraflar!
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı