Brüksel izlenimleri: Avrupa Birliği Türkiye için hayal bile olmaktan çıkıyor

11.11.2023 medyascope.tv

11 Kasım 2023’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Cenk Narin hazırladı

Merhaba, iyi günler iyi hafta sonları. Geçtiğimiz günlerde, yani pazartesiden perşembe gününe kadar, Türkiye’den bir grup gazeteciyle birlikte Brüksel’deydim. Avrupa Birliği’nin Türkiye’deki büyükelçiliğinin düzenlediği bir organizasyondu. Brüksel’de görev yapan meslektaşlarımız da bize dâhil oldu ve yaklaşık 15 kişilik Türk gazeteci grubu olarak Avrupa Komisyonu’nun ve Avrupa Parlamentosu’nun üst düzey yöneticileriyle buluştuk. Çoğu off the record, yani yazılmamak kaydıyla sohbetler yaptık, toplantılar yaptık. Çok yoğun bir programdı. Öncelikle bu programı düzenleyen Avrupa Birliği’nin Türkiye temsilciliğine ve oradaki –başta Miray (Akdağ) olmak üzere– arkadaşlara çok teşekkür ederim. Gerçekten başarılı bir organizasyondu. Fakat sonuçta, “sıfıra sıfır, elde var sıfır” olduk. Çünkü Türkiye’nin Avrupa Birliği mâcerâsı artık tam bir çıkmaz sokağın içerisinde. Halbuki böyle değildi. Oradaki toplantılarda, sohbetlerde Avrupalılara da söylediğim gibi, bundan 20 yıl önceki Kopenhag Zirvesi’ni yerinde izlemiş bir gazeteciyim, çok büyük bir heyecandı, çok büyük bir olaydı. Türkiye’de kutlamalar yapılmıştı. Çünkü Türkiye, tam üyelik müzâkerelerine başlamak için Avrupa Birliği’nin karârını almıştı. Gerçekten bir dönüm noktasıydı. O tarihte başbakan Abdullah Gül’dü, Recep Tayyip Erdoğan hâlâ siyâsî yasaklıydı, ama o da toplantılara katılmıştı. Washington üzerinden gelmişti hattâ o toplantıya. Önce dönemin ABD Başkanı Bush’la görüşüp öyle gelmişti ve Türkiye orada gerçekten büyük bir dönüm noktası yaşamıştı.

Ama o günden bugüne hiçbir şey iyi gitmedi. Belki ilk yıllarda, özellikle reformların uygulanmasıyla birlikte Türkiye’de bir nefes alma süreci yaşanır gibi oldu. Ama son dönemde, Türkiye artık tercihini demokrasiden, bir zamanlar Erdoğan’ın çok sık söylediği gibi “ileri demokrasi”den değil, otoriter bir rejimden yana yaptı. Erdoğan liderliğinde Türkiye, her geçen gün daha otoriter bir ülke olmaya doğru gidiyor. Hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler vs., bunların hepsi büyük ölçüde geri planda kalmış durumda. Dolayısıyla Avrupa ile olan ilişki de böyle bir noktada tıkanmış durumda. Fakat iki taraftan hiçbiri “Bu oyun burada bitti” demediği için, oyun oynanmadan sürüyor. Süren bir oyun var, ama hiçbir oyuncu herhangi bir rol üstlenmiş değil. Arada sırada vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin yenilenmesi gibi hususlar öne atılıyor. Bunlarla ilgili birtakım demeçler veriliyor, ama dönüp dolaşıp yine Türkiye’nin Avrupa Birliği mâcerâsında herhangi bir ilerleme sağlanmıyor.

Orada da gördük: Türkiye’nin şu aşamada Avrupa gözündeki en önemli değeri, sığınmacıları muhâfaza etmesi, AB ile bu konuda yapmış olduğu anlaşma. Halbuki 20 yıl önce Türkiye, Avrupa Birliği için tam üyelik müzâkerelerine başladığında bambaşka şeyler konuşuluyordu. Türkiye’nin İslâm dünyasına örnek bir demokrasi gerçekleştirebileceği, hukuk devleti olabileceği ve bir köprü rolü oynayabileceği söyleniyordu. Çok pozitif beklentiler vardı, şimdi yok. Burada kim sorumlu? Açıkçası, her iki taraf da hayli sorumlu, ama biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak esas kendi yönetimlerimizi eleştirmek durumundayız.

Orada yaptığımız görüşmelerde Türkiye’den çok sayıda ve farklı kulvarlardan gazeteciler vardı. Özellikle iktidâra yakın olduğunu bildiğimiz kurumlardan gazeteler, televizyonlar, ajanslardan bir hayli kişi vardı. Onların AB’li yetkililerle tartışmalarının ana eksenini Filistin meselesi oluşturuyordu, çok ilginç bir şekilde. Tabiî ki Filistin meselesi çok önemli; hem Türkiye’nin hem Avrupa Birliği’nin, ama esas olarak dünyanın gündeminde çok önemli bir yer tutuyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ardından Filistin meselesi ve İsrail’in Gazze’yi işgal etmeye başlaması dünyada birçok şeyin değişiminin işâreti olarak görülüyor ve bu anlamda Türkiye’nin konumu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri de yeniden tartışılıyor. Orada, Erdoğan’ın “Hamas terör örgütü değildir” çıkışının çok olumsuz yankı uyandırdığını gördük. Fakat bunun sanıldığı kadar da çok büyük bir mesele yapıldığını açıkçası ben görmedim. Genellikle kayda geçsin diye, “Açıklamalarını tasvip etmedik” şeklinde daha yumuşak bir şekilde dile getirildi. Fakat yaptığımız görüşmelerde Filistin meselesi çok önemli bir yer işgal etti. Onun dışında birçok konu, “Zâten bunlar biliniyor” diye çok konuşulmadı. Ben her vesîleyle Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Gezi Dâvâsı gibi konuları gündeme getirdim, getirmeye çalıştım ve oradaki Avrupalı yetkililere Türkiye’de Avrupa Birliği üyeliğini isteyen, Avrupa Birliği’ni önemseyen kişilerin ve kurumların çok büyük bir hayal kırıklığı içerisinde olduğunu söyledim. Özellikle Avrupa Birliği’nin Türkiye'de otoriterleşme yolunda atılan her adımın ardından “derin kaygı” açıklamalarının artık bizde derin bir kaygıya yol açtığını, bunların hiçbir anlamının olmadığını söyledim; ama hiçbir etkisi olduğunu söyleyemem. Türkiye için üzülüyorlar. Türkiye için ben de üzülüyorum, ama öyle bir yerde olay gelip tıkanıyor.

En temel husus, karşılıklı güven vurgusu çok fazla ve karşılıklı güvenin olmadığı söyleniyor. Avrupa’nın Türkiye’yi yönetenlere, Türkiye’yi yönetenlerin de Avrupa’yı yönetenlere karşı bir güven duygusu içerisinde olmadığını bâriz bir şekilde görüyoruz. Her iki taraf da bunu kabullenmiş durumda; ama karşılıklı güven artırıcı adımlar atma yolunda da çok büyük çabalar yok. Anladığım kadarıyla, büyük ölçüde Türkiye’den birtakım adımlar atması bekleniyor. Orada da temel kavramlar, hukukun üstünlüğü, Türkiye’de yargı tarafsızlığı noktasında çok büyük beklentileri var Avrupa’nın. Ama bunların gerçekleşebileceği konusunda umutlu olduklarını söylemek mümkün değil. O anlamda bize benziyorlar. Zâten ne oldu? Biz oradayken Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi'nin Anayasa Mahkemesi hakkında suç duyurusu patlak verdi. Tam bizim oradaki görüşmelerimizin üzerine geldi. Bu olay, Türkiye’de bir hukuk devletinin adının bile kalmadığının bir göstergesiydi, hiç iyi bir işâret değildi. Dönüp dolaşıp olay “hukukun üstünlüğü” meselesinde düğümleniyor. Özel olarak da Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi isimlerin durumuna odaklanıyor.

Şimdi şöyle bir olay vardı: Belçika’ya gitmeden önce de değişik vesîlelerle artık Ankara’da, daha doğrusu Külliye çevrelerinde, cumhurbaşkanlığı çevrelerinde bu olayı daha fazla uzatmamak gerektiği, artık her türlü amaca ulaşıldığı, Osman Kavala ve diğerleri konusunda Türkiye’nin bir şeyler yapması ve bunun ardından da Avrupa ile ilişkilerde de bir ilerleme kaydedileceği beklentisi olduğu söyleniyordu. Özellikle ekonomi konusunda, Türkiye’nin ekonomide krizle baş etme konusunda Avrupa’ya çok ciddî bir şekilde ihtiyâcı var. Ama bizim konuştuğumuz Avrupalı yetkililer bunu ısrarla vurguladılar: Mehmet Şimşek yönetimini takdir ettiklerini söylediler fakat uzun vâdeli yatırımların olabilmesi için Türkiye’de hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi gerektiğinin altını birçok kişi ayrı ayrı çizdi ve haksız sayılmazlar.

Genellikle söyledikleri şu: “Türkiye'de yargının bağımsız olmadığını gören bir Batılı, Avrupalı yatırımcı, Türkiye’ye gelmekten çekinir, korkar.” Anladığım kadarıyla kendileri de bu konuda böyle bir şeyi telkin etmeyecekler, bu anlaşılıyor. Şimdi o anlamda bir beklenti var. Hattâ bir ara İsmet Berkan bu konuda bir şeyler yazmıştı saray kaynaklarına dayandırarak. Bir tartışmanın olduğu söylenebilir; ama son olayda işin rengini öyle olmadığını gördük, özellikle Erdoğan’ın da Yargıtay’ın yanında alenî bir şekilde tavır alması, Anayasa Mahkemesi’ni karşısına almasıyla berâber gördük.

Bunun ötesinde bir başka husus var: Biliyorsunuz Cumhurbaşkanı Başdanışmanı, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’un –bu süreçte oldukça etkili olduğu biliniyor– “millî yargı” diye bir paylaşımı oldu.

Ben ancak dün haberdar oldum ve bakabildim. Burada yazdıklarının bizim Brüksel’de yaşadığımız tartışmalarla alâkalı olduğunu gördüm. Burada bir “millî yargı”dan bahsediyor ve çok acayip vurgular var. “Acayip” diyorum, çünkü Türkiye’nin batılılaşma serüvenini sonlandıracak şekilde birtakım görüşler var.

Meselâ diyor ki: “Hiçbir bağımsız ülke, egemenlik hakkının bir fonksiyonu olan yargısının millîlik özelliğinin aşındırılmasını, zaafa uğratılmasını, ulusal yargı yetkisinin mutlak olarak, kısmen ya da tamâmen ülkedışı mercilere devredilmesini istemez, kabul edemez.”

Bu doğru değil, uluslararası yargı makamlarını meselâ Avrupa Birliği’nin tüm ülkeleri kabul ediyor. Bu ülkeler, egemenlik haklarını devretmiş falan değiller, Türkiye de böyle zâten. Türkiye de yıllardır Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi olarak bunları kabul etmiş bir ülke.

Mehmet Uçum şöyle devam ediyor: “Ulusal yargı yetkisinin kısmen ya da tamâmen ülkedışı veya ülkeüstü mercilere devredildiği durumlarda o ülkenin tam bağımsız olması söz konusu olamaz.”

Türkiye'nin geçmişini bırakalım, 20 küsur yıllık AKP yönetimi de tam bağımsız değilmiş. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi diye bir kurum var. Türkiye’nin de tâbi olduğu. Kararları uygulanır, uygulanmaz o ayrı; ama Türkiye burayı bir kurum olarak kabul ediyor, anayasasında da bu belirtilmiş.

Mehmet Uçum, “Asıl olan ulusal yetkilerdir, uluslararası düzenlemeler ve kararlar tâlidir” diyor.

“İşimize geldiği zaman uyarız, işimize gelmediği zaman uymayız” diyor. Bu herhalde Avrupa Konseyi tarafından kabul edilebilecek bir durum değil.

Mehmet Uçum, şöyle devam ediyor: “Ulusal yargı bağımsızlığına dayanan bir millî yargıya sâhip olmak elbette uluslararası sözleşmelere taraf olmaya engel değildir. Aynı şekilde ülkelerin uluslararası yargı mercilerinin hem konu bakımından hem hüküm gücü yönünden sınırlı yetkilerini kabul etmeleri de mümkündür” diyor

Yani “Avrupa yargısını sınırlı bir şekilde, işimize gelirse kabul ederiz, işimize gelmezse kabul etmeyiz; ancak bu ilişkiler ulusal yargının bağımsızlığını ve aslî olma özelliğini ortadan kaldıracak yâhut da ulusal yargıyı zaafa uğratacak şekilde olamaz ve böyle yorumlanamaz. Millî yargı budur” diyor.

Hukuk okumadım, okumaya da ihtiyâcım yok; ama bunun gerçekten uluslararası hukuka, Türkiye'nin taraf olduğu anlaşmalara uygun bir metin olmadığını biliyorum. Bunu herhangi birisi söylese gülüp geçersiniz, cevap verme ihtiyâcı bile hissetmezsiniz; ama doğrudan Türkiye’de karar mercilerini birinci derecede bilgilendiren bir kişi tarafından yapıldığını ve bundan önceki söylediği çoğu şeyin de hayâta geçirildiğini düşününce, burada şu çıkıyor: Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını uygulamayarak, hayâta geçirmeyerek Avrupa Konseyi’nden dışlanma riskiyle karşı karşıya. Saray çevrelerinde bâzı danışmanlar, bâzı kişiler, AKP içerisinden bâzı isimler, bâzı bürokratlar bunun artık böyle sürdürülmemesi gerektiğini, çünkü bu yolun bir sonu olduğunu söylüyorlar iddiaya göre. Burada da görüyoruz, şöyle bir noktaya gelinmiş durumda: Güçlü olan bâzı danışmanlar, “İnceldiği yerden kopsun, bizim yargımızın üstüne yargı tanımayalım. İşimize geldiği zaman, tâli olarak tanıyabiliriz” diye düşünüyor. Diyelim ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni kabul ediyorsunuz, ama diyorsunuz ki: “Benim yargımın aslî olma özelliğini bozamazsın.” O zaman niye başvuruyorlar? Çünkü burada, yargı yolları tükendikten sonra başvurulabiliyor. Bu, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden de çıkması anlamına geliyor. Tabiî ki Anayasa Mahkemesi’ne kişisel başvuru hakkını da kaldırmaya niyetleri var anlaşıldığı kadarıyla.

Türkiye’yi tam anlamıyla otoriter bir ülke yapmak ve bunun da adını “millî yargı” olarak koymak söz konusu. Eğer bu noktaya gelirsek –ki gelmeyeceğimizin garantisi yok–, o zaman Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkilere son nokta da konulmuş olur. Bir daha da Brüksel’de herhangi bir şekilde hiç kimse bize, “Türkiye ile Avrupa ilişkileri üzerine iyimser olmaya çalışan” şeyler söylemez. Bu yolculuğun, bu serüvenin sonlarına doğru gidiyoruz ve Ankara’da birileri gazın sonuna kadar köklemiş durumda. Türkiye ile Avrupa Konseyi ilişkilerinin kopmasına doğru ülkeyi sürüklüyorlar. Koptuktan sonra ne olacak? “Yerli ve millî” bir ülke olarak yolumuza devam edeceğiz. Buradaki her türlü şeye kimsenin karışmayacağı bir ülke… Dünyada böyle bir ülke olmak mümkünmüş gibi. Bir ara Arnavutluk vardı yıllar önce. Kuzey Kore var, Çin var, Rusya var; ama Türkiye’yi de böyle bir yere doğru sürükleme olayını görüyoruz. 20 küsur yıl önceki Kopenhag Zirvesi de artık bir hâtıra olmaktan çıkmak üzere. Maalesef Türkiye’nin Avrupa serüveni sonlanıyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, bunun adını koyma mutluluğunu tatmak isteyen birtakım danışmanlarımız da var.

“Allah sonumuzu hayır etsin” diyelim; ama bu gidişin, Türkiye’nin Avrupa rotasından sapmasının bu ülke için hiç de hayırlı bir şey olmadığını, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, en temel hedefi batılılaşma olan Cumhuriyet’in bir anlamda mağlûbiyeti kabul etmesi olduğunu söylemek mümkün. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
27.09.2024 Özgür Özel, New York Türkevi hakkındaki rüşvet iddialarını niçin yalanlamış olabilir?
25.09.2024 Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı
23.09.2024 Ruşen Çakır’la Hafta Başı (3): Narin Güran cinayetinde yaşananlar - Esad ve Erdoğan görüşecek mi? - Gelecek ve DEVA birleşiyor mu?
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
20.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar
18.09.2024 Transatlantik: İsrail’den Hizbullah’a siber saldırı - Trump’a ikinci sûikast girişimi - ABD Irak’tan çekiliyor
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı