Prof. Evren Balta ile söyleşi: Dünyada ve Türkiye'de otoriter rejimlerin geleceği

01.05.2025 medyascope.tv

1 Mayıs 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. Öncelikle 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutluyorum. Konuğumuz Özyeğin Üniversitesi’nden Evren Balta, şu anda Amerika Birleşik Devletleri'nde ama Türkiye'yi yakından izlemeye devam ediyor. Kendisiyle, 19 Mart sonrası Türkiye'sini dünyadaki otoriter rejimlerle kıyaslayarak biraz ele alalım istiyoruz. Evren merhaba
Evren Balta: Merhaba.

Ruşen Çakır: Geçenlerde sosyal medyada uzun bir Venezuela paylaşımı yaptın, o sayede ben de pazar günkü ‘’Türkiye Venezuela Olur mu?’’ https://medyascope.tv/2025/04/27/turkiye-venezuela-olur-mu-rusen-cakir-yazdi/ başlıklı yazımı yazdım. Yazımda, Venezuela muhalefetinin iki eksiğinin Türkiye'de olmadığını ileri sürdüm. Bunlardan birisi, sokaktan artık korkmayan bir muhalefet var Türkiye'de, ama Venezuela'da korkmuş. İkincisi Venezuela muhalefeti iktidar içerisindeki iç çatışmalara çok bel bağlamış, Türkiye'de ise bunun pek olmadığını yazdım. Ama sen Venezuela konusuna daha hâkimsin. Orada şöyle bir olay olmuştu, bilmeyenler için hatırlatalım: Son seçimi muhalefet açık ara kazandığını ilan etmişti. Ama Maduro "Hayır ben az bir farkla kazandım" dedi ve muhalefet dünyadan yardım bekledi. Pek bir yardım alamayınca da kaderine razı oldu sanki. Yanlış özetlemedim değil mi?
Balta: Doğru söyledin. Ben de Venezuela'yı çok doğrudan takip eden birisi değilim, ama küresel siyasetin içerisindeki otoriterleşme eğilimine demokratik geri çekilmeyi en iyi veren örneklerden birisi aslında Venezuela. Rusya ile birlikte, 2000'li yılların başından itibaren demokratik geri çekilmenin çok ciddi ve güçlü bir biçimde olduğu ülkelerden birisi. Senin söylediğine belki şöyle bir şey ekleyebilirim: Benim Twitter'da paylaştığım Venezuela ilgili görüşlerim de büyük oranda Venezuela muhalefetinin burada dinlediğim önemli isimlerinden birinin görüşlerine dayanıyordu. Beni o tartışmada çok şaşırtan şeylerden birisi, aslında muhalefet kazandığını iddia ediyor. Ama biz de onlara ‘bu iddiayı neye dayanarak yaptınız?’ diye sorduk. Aldığım cevap, oy pusulalarını tam olarak saymadıklarıydı. Yani Türkiye'nin ve Türkiye muhalefetinin sandıkları korumak dediği şey var ya, hemen her sandığın başında birinin olması, sandık pusulalarının bir araya getirilmesi ve seçim sonuçlarının, uluslararası gözlemciler tarafından değil -çünkü bu tarz rejimlerde bu tarz gözlemcilere izin verilmiyor- muhalefetin kendi kaynaklarıyla doğru ve düzgün bir şekilde sayılmasının ne kadar önemli olduğunu orada bir kez daha fark ettim. Venezuela muhalefeti %67 civarında bir oy aldığını söylüyor, ama ellerinde pusulalar yok. Dolayısıyla Maduro da ‘’ben kazandım’’ diyor. O da zannedersem %51 civarında bir oyla 2024 seçimlerini kazandığını ilan etti. Ortada tartışmalı bir durum var. Otoriter bir rejim var, ama muhalefetin elinde tam olarak sayılmış sonuçlar yok. Bu, kurumsal ve iyi örgütlenmiş bir muhalefetin eksikliğini gösteriyor.
Bütün bu otoriter rejimlerin, baskı aygıtları, bilginin kontrolü, kaynakların dağıtımı gibi ellerindeki sistemik yapısal kaynakları saymazsak, en önemli araçlarından birisi, iktidarda kalmak açısından muhalefeti kontrol etmek. Yani muhalefetin kaynaklarını, kurumsallaşmasını, genişlemesini toplumsallıkla buluşmasını bir araya gelmesini kontrol etmek. Çünkü seçimler her durumda olmaya devam ediyor. Ama öyle bir siyasal sistem oluşuyor ki, muhalefetin seçimleri kazanması imkânsız hâle geliyor. İşte bunu da biraz evvel söylediğim gibi muhalefet aktörlerini, siyasal partileri, ellerindeki kaynaklarla çeşitli biçimlerde kontrol ederek yapıyor bu rejimler.

Ruşen Çakır: Senin de bahsettiğin gibi, Türkiye'de sandık denetimi konusunda muhalefetin bayağı bir deneyimi var. Özellikle yerel seçimlerde bunu net bir şekilde gördük. Genel seçimlerde de şunu gördük: Önce açıklamada Anadolu Ajansı'nın birtakım verilerinden rahatsızlık oldu ama sonuçta bir itiraz görmedik. Yani o ıslak imza olayı Türkiye'de bayağı yerleşti. Peki şunu sormak istiyorum: 19 Mart'ın hemen ardından ilk verilen tepkiler, ‘’Türkiye Putin Rusya'sı gibi olacak. Artık sandık da olmayacak.’’ Rusya'da bir sandık var ama yok gibi. Sonuçta doğru dürüst bir muhalefet yok ve ‘’Türkiye buraya doğru gidiyor’’ dendi. Ama sonra sokak ve gençler devreye gidince bu tür yorumlar biraz azaldı. Türkiye’nin, rekabetçi otoriterlikten mutlak anlamda otoriterliğe, hatta bir totalitarizme doğru evrilmekte olduğu yorumları yapıldı, artık pek yapılmıyor. Ama bu tartışmaya tekrar bakacak olursak, ne dersin?
Balta: Şöyle iki şey söyleyeyim: Bir kere her dönemin kendine özgü bir otoriter sistemi var. Dönem derken, son demokrasi tarihinin işte 100-150 yılından bahsediyorum. Bu son dönemde seçimler neredeyse bütün otoriter rejimler için vazgeçilmez. Yani seçimden gelen meşruiyeti ne Rusya'da ne Venezuela'da ne Macaristan'da, bütün bu saydığımız Türkiye ile karşılaştırılan ülkelerde, herhangi bir rejimin seçimden gelen meşruiyetten vazgeçme olasılığı yok. Senin de söylediğin gibi, dolayısıyla ‘’artık seçim yapılmayacak’’ diye bir şeyi bence zaten tamamen menüden kaldırmak gerekiyor. Bunu hiç tartışmaya bile gerek yok. Yani Türkiye'de seçim yapılmaya devam edilecek.
İkinci söylediğin şey, seçimlerin anlamsız hâle gelmesi, ondan başka bir şey aslında. Yani öyle bir sistemik muhalefet yaratırsın ki kazanamayacağın seçime gitmezsin. Orada da şöyle bir ayrım yapmak istiyorum. Rekabetçi otoriterlik meselesine, belki bir o tartışmaya bir katkı olarak, aslında biz bu rejimlerin hepsinin, Venezuela'dan Rusya'ya sandığı anlamsız hale getirdikleri noktanın şu olduğunu görüyoruz: Seçimi kaybedeceklerini anladıkları anda ya da kaybettikleri momentte, rejimin karakteri değişiyor Ondan önce rekabete daha fazla alan açan rejimler bunlar. Muhalefete de medyaya da çok daha fazla alan açıyorlar. Mesela Venezuela'da bunun olması, sanırım 2015'te, muhalefetin mecliste çoğunluğu almasıyla birlikte oluyor. Biliyorsun Chavez karizmatik bir lider. Seçimleri kazanabiliyor, bir toplumsal desteği var. Chavez'den sonra Maduro iktidara geliyor Chavez'in işaret ettiği lider olarak ve muhalefet mecliste çoğunluğu alıyor. Bunun üstüne 2016'da Anayasa Mahkemesi ‘’Ben meclisin yetkilerini elinden alıyorum’’ diyor. Ondan sonra muhalefetle iktidar arasında, Maduro rejimi arasında bir bilek güreşi başlıyor. Burada muhalefetin alanının giderek daraldığı bir bilek güreşinden bahsediyoruz.
Ama buradaki ana mekanizmanın bütün bu rejimler için benzer olduğunu söyleyebiliriz. Rusya için de öyle. Rusya rejimi de 2010-2011'de benzer bir değişim geçirip rekabetin alanını daraltmaya başladı. İktidarın kendisini tehdit altında gördüğü eşiklerde, sistemin rekabetçi kanadı daralmaya başlıyor ve aslında o güne kadar yapmadıkları radikallikte hareketler yapıyorlar. Meclisi feshetmek, bütün sivil toplumu yabancı ajan ilan etmek, medyaya olan kontrolü arttırmak gibi. Dolayısıyla aslında oradaki karşılaştırma bir açıdan doğru, ama pek çok açıdan da aslında Türkiye'nin çok ciddi farklılıkları var. Belki onu da konuşabiliriz. 2024 seçimleri ile birlikte, iktidar açısından muhalefetin alanının genişlediği, kendi seçim kazanma ihtimalinin azaldığı ve muhalefetin seçim kazanma ihtimalinin arttığı bir dönem. Böyle bir döneme, ya seçim kazanma ihtimalini genişleyerek, içeride reformlar yaparak, seçmenle ilişkini güçlendirerek yanıt verebilirsin ki onun da pek çok açıdan alanı kapanmıştı Türkiye'de. Ya da muhalefete yönelik baskıyı, o güne kadar görülmemiş biçimlerde artırarak yanıt verebilirsin. Biraz evvel söylediğim seçim kazanma olasılığının ortadan kalktığı, azaldığı örneklerde, iktidarların yaptığı, genellikle o alanı daraltmak oluyor.

Ruşen Çakır: Biliyorsun Türkiye'de ‘’Erdoğan ne yapar ne eder kazanır’’ anlayışı var. Bunu 2023'te bir kere daha denedik ve doğru çıktı. Ama 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde böyle olmadı. Hatta özellikle 2019'da Erdoğan İstanbul seçimini tekrarlattığında, hatırlarsan ‘’tekrarlatıyorsa bir bildiği vardır, seçimi alır’’ dendi ve açık ara kaybetti İstanbul'u. Buna inananların bir kısmı tabii ki Erdoğan'a oy verenler, yani ‘Reis’çiler diyelim. Ama muhalefetin içerisinde de ciddi bir şekilde böyle düşünenler var. Yani ‘’Erdoğan kaybedecek’’ dediğin zaman buna inanamıyorlar. Hani ‘’öğrenilmiş çaresizlik’’ deniyor ya bu da böyle bir şey. Bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimi tarihi belli değil ama ‘’Erdoğan kazanamayacağı seçime girmez’’ diye de söyleniyor. Bu hakikaten böyle midir?
Balta: Bu söylediğin ‘’Erdoğan kazanmayacağı seçime girmez’’ fikri, ‘’seçimleri kaldırır. Bakalım seçim olur mu?’’ fikriyle paralel giden bir şey. Ben bunun olmayacağını düşünüyorum. İkincisi aslında bu tarz rejimleri ya da hükümet etme tiplerini belirleyen temel şeylerden birisi, seçime gidene kadar aslında seçimin koşullarını belirlemek. Yani, seçimden çıkan sonucun ki bunu yine biliyoruz, ispat edilmiş, muhalefetin kazandığı bir seçim sonucunun, bu tarz rejimler tarafından tamamen iptal edilmesi, ‘’bunu tanımıyorum’’ denmesi çok daha zor. Birtakım toplumsal hareketlere ya da daha ciddi uluslararası tepkilere neden olabiliyor.
Bir önceki sorduğun soruya dönerek şunu söylemek istiyorum. ‘’Türkiye’nin, Rusya’dan, Venezuela'dan, belki bir nebze Macaristan'dan, ama büyük oranda Rusya ve Venezuela'dan farkı nedir?’’ diye rejimin kaynaklarına baktığımızda ya da kullandıkları araçlara baktığımızda, kaynakların kontrolü ve dağıtılması, bilginin kontrolü ve dağıtılması, baskı aygıtlarının, ordu, polis yargı kontrolü ve dağıtılması, yargının araçsallaştırılması gibi hemen hepsi var. Bunlar sistemik faktörler. Büyük oranda iktidarların zaten çoğunun elinde olan, ama bu tarz daha merkezileşmiş sistemlerde iyice kontrolün arttırıldığı kaynaklar bunlar. Peki buradan çıkış nasıl olabilir? Eğer muhalefetle iktidar arasında bu kadar asimetrik bir güç dengesi varsa, orada en önemli verilerden birisi, güçlü, kurumsallaşmış, kendi iç koordinasyonunu sağlayan, aralarındaki çatışmaları bir kenara bırakarak bir ortak vizyonda birleşmiş bir muhalefetin varlığı. Mesela bu Venezuela'da yok. Örneğin seçimleri boykot etmekle, seçime katılmak arasında bile anlaşamıyor muhalefet. Kendi ideolojik birliktelikleri çok daha düşük Türkiye'ye göre. Zaten 7 milyon insan Venezuela'yı terk etti. Çıkış otoriterliği diyorlar Venezuela'ya. Dolayısıyla muhalefet için mücadele edebilecek aktörler yok. Bu, Rusya'da da yok.
Ben Rusya'da uzun yıllar araştırma yaptım. Doktora tezim, 2000-2007 yılları arasındaki Türkiye ve Rusya karşılaştırmasıydı. Putin ve Erdoğan'ın ilk dönemlerini karşılaştırma fırsatı bulmuştum. Rusya'da sahici bir muhalefet zaten hiçbir zaman olmadı; son derece dağınık. En başından beri sistem içi, siyasal parti geçmişinin, demokratik reflekslerin çok güçlü olmadığı… Bunu söylediğimde bazen Rusya'yı da küçümsemek olarak algılanıyor ama hakikaten tarihin bir önemi ve bir anlamı var. Tabii ki bu hiçbir şey yok anlamına gelmiyor. Ama Rusya'da hiçbir zaman Türkiye'deki gibi bir toplumsal hareketlilik, bir sosyal mobilizasyon olmadı. Yani Türkiye'nin en önemli avantajlarından birisi, kurumsallaşmış, kendi kaynakları olan, güçlü bir ideolojisi olan, ki bu ideoloji zaman zaman muhalefetin daralmasına da neden oldu ama onu gerektiği zaman genişletip, gerektiği zaman daraltmayı başarabilen bir muhalefetin olması. O da her zaman siyasal sisteme, yani iktidarın genişlemesine ve rekabetçi alanı daraltmasına sınır çiziyor.

Ruşen Çakır: Otoriter sistemlerin hepsinde Putin, Maduro, Orban gibi otoriter liderler var. Muhalefet konusunda ‘’Otoriter liderleri yenebilmek için yine güçlü karizmatik bir muhalefet lideri mi olsun, yoksa tam tersine, lideri öne çıkartmayan kolektif bir muhalefet mi olsun?’’ tartışmaları var. Bu tartışmalar pek biteceğe benzemiyor. Mesela Türkiye'de bir İmamoğlu faktörü var şu anda. Ben 19 Mart operasyonunun esas amacı, Erdoğan'ın, kendisini yenebileceğini düşündüğü İmamoğlu'nu tasfiye etme girişimi olarak görüyorum. Bilmiyorum sen ne düşünüyorsun? Gerçekten İmamoğlu Türkiye'de Erdoğan otoriterliğine son verebilecek özelliklere sahip mi? Özellikle 19 Mart'ın hemen sonrasında sürekli birtakım açıklamalar yapıyor Aldığı pozisyonlara da baktığında ne diyorsun? İmamoğlu gerçekten Erdoğan'ın karşısında ciddi bir tehdit mi?
Balta: Belki şöyle demek lazım: Biraz önce ‘’bir lider mi yoksa bir kurum mu, toplumsal hareket mi, kurumsallaşma mı?’’ diye sordun ya, şimdi elinde pek çok aracı olan bir iktidardan bahsediyorsun. Biraz evvel, kaynak, yargı baskı aygıtları, bilgi hegemonyası diye saydım. Literatüre bakarsak, otoriter sistemlerle ilgili bunun karşısında tek bir tane faktör yok. Ama eğer bu, seçimlerle gelen bir değişimse, kriz anlarında devam ettirecek, koruyacak, yönetecek güçlü bir liderin varlığı, özellikle sistem kişiselleşmiş bir sistemse ve kurumların altı oyulmuşsa, ki yine bütün bu rejimlerde benzer bir şey görüyoruz; yani kurumsal güvenin son derece zayıfladığını ve kurumların devralınmasının o güveni hemen yeniden inşa etmeyeceği siyasal sistemler bunlar. Böyle durumlarda seçmenler o kurumların yeniden inşa edilmesi görevi için de birisine güvenmek onu pusula olarak görmek istiyor. Ayrıca, iktidar zaten kişiselleşmiş için olduğu için, o rekabeti de aslında daha kişisel, yani aynı düzeyde, birbirine göz hizasında bakan aktörler üzerinden yürütülmesi, seçmene, rekabetin tam da olması gereken yerde gittiği hedefini veriyor. Ama bunu söyledikten sonra, bunu güçlü, herkesle bağ kuran, her yerelde çalışan, her eve girip çıkan, bir alternatif toplum anlatısı inşa etmeyen, onu kolektif kadrolarla desteklemeyen, gündelik hayattan siyasi alana kadar birbirine destek olmayan, dayanışmayan, kendi koordinasyonunu ve hayat tarzını günlük bir biçimde bütün topluma göstermeyen bir muhalefetin yokluğunda ne kadar güçlü bir lideriniz olursa olsun kazanamazsınız.
Bence 2024 seçimlerinde 2023'ten farklı olan şey şu: Hatırlarsan daha önce konuşmuştuk bunu. Behlül Özkan’la, Afyon ve Kastamonu'ya gitmiştik. Orada CHP'nin yerel örgütünün ne kadar tazelendiğini, değiştiğini gündelik bağ kurmaya başladığını görmüştük. Bir de CHP'nin hem İstanbul Belediyesi ve Ekrem İmamoğlu özelinde hem de CHP'nin yeni kuşak kadroları özelinde bir tür liderlikle örtüşmeye başlamıştı. Dolayısıyla bu aslında CHP'nin kendi seçmen tabanını genişletmesi ve kazanabilir bir alternatif haline gelmesine neden olmuştu. O anlamda ben onu daha bütünlüklü görüyorum. Aslında önemli olan, bundan sonrasında da bunun devam etmesi.
Biraz evvel ‘’19 Mart'ın temel hedefi neydi?’’ diye sordun. Evet, bir tanesi Ekrem İmamoğlu'nun adaylığı ve onun adaylaşmasına yönelik bir hamle olarak görülebilir. Zaten dün Hatem Ete ile PANORAMATR nisan ayı araştırmasını https://medyascope.tv/2025/04/29/eski-siyasal-denklem-sona-mi-eriyor-video/ konuşmuşsunuz, dinledim. Oradaki sonuçlarda da zaten toplum büyük oranda böyle görüyor bunu, bir yolsuzluk davası olarak değil ama böyle görüyor. Ama öte yandan, ben yine Afyon ve Kastamonu araştırmamıza referans vermek istiyorum. CHP'nin şöyle bir imajı oluşmaya başlamıştı AK Parti'nin genel kendi kitlesi içerisinde de: Yönetebilir, dürüst, namuslu, halktan gelen, yanlış yapmayan kadrolar. Bir zamanlar Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temsil ettiği kadroların, aslında AK Parti'nin güçlü olduğu yerlerde de CHP kadroları tarafından temsil edilmeye başlandığına şahitlik ettik. Şimdi bu tarz operasyonların böyle de bir hedefi var. Yani bir model olma, yönetebilir olma, kendisinin de temiz olmadığı, hiçbir aktörün burada bir ahlâki üstünlük iddiasında bulunamayacağı gibi bir mesajı da var bence ki bu genel mesajın da önemli olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Seni dinlerken aklıma şöyle bir şey geldi. Bunu seninle de tartışalım isterim. Muhalefetin kurumsallaşmasının öneminden bahsediyorsun. 2023'te Kılıçdaroğlu muhalefeti kurumsallaştırabilmek için Altılı Masa diye bir olaya girişti ve başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü Altılı Masa’da yer alan İYİ Parti dışındaki partilerin büyük bir kısmının bir etkisi olmadığı zaten ortaya çıktı. İYİ Parti de az kalsın masayı yıkıyordu, kurumsallaşmayı bayağı ciddi bir şekilde engelledi. İmamoğlu'nun 2023 seçimin hemen ardından değişim çağrısı yapmasıyla, Cumhuriyet Halk Partisi'nin girdiği çizgi sanki daha farklı. ‘’Türkiye ittifakı’’ ya da ‘’İstanbul İttifakı’’ gibi bir şeyi konuşuyorlar. Kurumsallaşmayı CHP üzerinden inşa ediyorlar. Kılıçdaroğlu zamanında CHP çok güçlü bir parti değildi; CHP bildiğimiz CHP'ydi. Ama şimdi, değişen dönüşen bir CHP var gerçekten ve kurumsallaşma da onun üzerinden oluyor. Mesela 19 Mart operasyonunun hemen sonrasında, toplumsal muhalefet CHP ile buluştu. Böyle ciddi bir farklılaşma olduğu kanısındayım. Mesela geçen gün Başakşehir mitingini izlemeye gittim. Başakşehir CHP'nin İstanbul'da en güçsüz olduğu yerlerden birisidir. Orada da çok dinamik bir CHP'yi gözlemledim. Bunlar eskiden pek olan şeyler değildi.
Balta: Evet, CHP'nin kendisinin muhataplığının genişlemesi anlamında çok ciddi bir değişim olduğunu söylemek lazım. Ama orada da şunu söylemek istiyorum: Evet, Altılı Masa 2023 seçimlerini kazanmakta büyük oranda aday seçimi vesaire gibi tartışmalar, yönetebilir bir şema oluşturmaması nedeniyle kaybetti. Ama biz yine AK Parti'nin güçlü olduğu yerlerde, CHP'ye olan oy değişiminde şunu gördük: Altılı Masa, hiçbir şekilde eli CHP'ye oy vermeye gitmemiş, kuşaklar boyunca CHP'ye oy vermemiş muhafazakâr ve milliyetçi kitlenin, CHP'ye oy vermesini sağlamış. Evet, Altılı Masa’nın yarattığı bir seçim başarısı yok ve bu başlı başına başka bir sorun. Bunu çok tartıştık çok konuştuk zaten. Ama öte yandan, bir muhataplık ilişkisini genişletmek açısından, ‘’CHP, İslamcılarla, muhafazakarlarla, milliyetçilerle birlikte iş yapabilir’’ duygusunu seçmene geçirmek açısından da çok da başarısız olduğunu söyleyemem. Hatta bu, bir aktarım kayışı olmuş aslında 2024 seçimlerine giderken.
2024 seçimlerini hatırlayalım: CHP, özellikle İYİ Parti ile bir seçim ittifakı kurmak istedi, O seçim ittifakını güçlendirmek ve bir muhalif koordinasyonu sağlamak istedi, ama olmadı. İYİ Parti'nin tavrı yüzünden olmadı. Zaten diğer partilerin de yerel yönetimlerde ciddi bir gücü yoktu. Peki, ne oldu? 2024 seçimlerinde siyasal aktörlerin kurmadığı koordinasyonu seçmen kurdu. Yani İYİ Parti’ye oy vermedi ama CHP adayına oy verdi. 2024 seçimlerinin aşağıdan gelen bir biçimde yaptığı temel şey, -bence siyasal parti stratejisi de değildi bu-, Türkiye sistemini iki ana partinin birbiriyle rekabet ettiği bir siyasal sisteme dönüştürdü. Hatem Ete ile dünkü yayınınızda da konuştunuz: Şu an itibarıyla, özellikle seçmen nezdinde kararsızların giderek azalıyor olması ve CHP ya da Adalet ve Kalkınma Partisi’nden birisini tercih etmeye başlamaları, diğer partilerin giderek küçülmesi ve oy kaybetmesini, 2024 seçimlerinden itibaren devam eden, ama 19 Mart süreciyle birlikte hızlanan, Türkiye'nin ana siyasal rekabetinin, Adalet ve Kalkınma Partisi ve CHP arasında olduğu bir şeye dönüştüğünü düşünüyorum.
Ama tabii ki buradaki önemli şey, eğer iki partili bir sisteme dönüşüyorsa, iki partinin de kapsayıcı olması lazım. Kendi çekirdek seçmeninin arzularını yansıtan bir parti olamaz artık, eğer seçmen sana böyle bir şey veriyorsa. Ne olabilir? Benim ‘’iletim partisi’’ dediğim, farklı farklı hatta bazen birbiriyle çelişen, talepleri kendi bünyesinde taşıyan, onları bir süzgeçten geçiren ve kamusallaştıran, bir tür ‘’şemsiye partiye’’ dönüşmesi lazım. Bu tarz bir şemsiye partiye dönüşmesinin tehlikesi de kendi kurumsallığını, kadrolarını, gücünü, aşağıdan örgütünü de kaybetmeden yapması gerekiyor. Ve onu temel bir hak- hukuk- adalet vizyonuyla ya da yeniden dağıtım, ekonomik refah gibi geniş toplumsal kesimleri birleştirebilecek temel beş altı taleple yapması gerekiyor. Bunun da kurumsal ayaklarını kurması gerekiyor. Kolay şey değil bunlar.
Şunu söyleyerek bitireyim: CHP ile Ekrem İmamoğlu arasında şöyle bir iş paylaşımı vardı: Dün Murat Yetkin de yazısında https://yetkinreport.com/2025/05/01/chp-ve-ozele-hem-iyi-hem-kotu-haberler/ yazmıştı. Özgür Özel bir lider olarak CHP'nin kendi çekirdek kadrosuna hitap eden, onu tutan, ama Ekrem İmamoğlu da bu biraz evvel bahsettiğim daha geniş Türkiye'ye konuşan, CHP'li kimliğinin de ötesinde konuşan ve bu ikisini bir arada tutma işlevinin bir iş bölümüne tâbi olduğu bir denklemdi o. Şimdi bu denklem bir biçimde değişmek zorunda kalabilir. Yani CHP'nin de artık o geniş kitleye konuşması önemli olabilir.

Ruşen Çakır: Son olarak çözüm sürecini sormak istiyorum. Sen T24’te süreçle ilgili bir yazı https://t24.com.tr/yazarlar/evren-balta/surec-uzerine,49523 yazdın. Yayın boyunca da bahsettin aslında. Otoriter rejimlerin önemli bir kısmının elinde birtakım doğal zenginlikler var. Ama Türkiye'de bu yok. Dolayısıyla bir ekonomik çarkın dönmesi ve o klientalist ilişkilerin, özellikle sosyal yardımların devlet eliyle dağıtılması gibi bir husus var. Ama şu anda ciddi bir ekonomik kriz var. Bu ekonomik kriz içerisinde Erdoğan mesela emekli maaşlarını çok fazla artıramıyor, asgari ücreti düşük tutmak zorunda kalıyor. Bunun gibi bir dizi şey var ve dolayısıyla siyaset üretmekte de bayağı zorlanıyor. Şu son dönemde, 19 Mart'ta, muhalefet inisiyatifi bayağı almış durumda. Bu çözüm süreci eğer olumlu gelişirse, yani PKK'nın silah bırakması ve kendini feshetmesi gibi o tarihi olaylar gerçekleşirse, Erdoğan bunu iktidarda kalmanın önemli bir aracı haline getirebilir mi? Böyle bir imkânı var mı?
Balta: Söylediklerine birkaç şey eklemem lazım. Bir tanesi doğal zenginlikler. Otoriter rejimler açısından sadece doğal zenginliklere sahip olmak önemli değil, onu nasıl dağıttığın da önemli. Mesela Rusya ile Venezuela arasında bu açıdan çok ciddi fark var. Çünkü Venezuela'da aslında bir petrol var, ama petrol geniş halk kitlelerine sosyal yardımlar vesaire aracılığıyla dağıtılmıyor, büyük oranda baskı üstünden işliyor. Yani petrolü daha ziyade kendi dar kadrosuna, orduya dağıtan bir rejim var. Ama Rusya öyle değil. Buradan nereye gelmek istiyorum? Aslında evet, ekonomik kriz dış bir şok. Yani toplumu bir arada tutabilecek, iktidarı, iktidar olmaya devam etmesini sağlayacak meşruiyet araçlarını elinden alan bir şok. Çünkü sonuçta her iktidar aynı zamanda bir ekonomik yeniden dağıtıma ya da toplumun ekonomik refahına, onun karnını doyurabilmesine bağlı olarak, ona dayanarak yönetiyor. Bu ekonomik kontrat gittiğinde de seçim kazanabilme ihtimalin azalıyor. Mesela Venezuela örneğinde olduğu gibi, bunu baskıyla ikame edebilirsin. Hiç kimsenin dışarı çıkmayacağı, herkesin korkarak evinde oturduğu tamamen muhalefetsiz bir şeyle ikame edebilirsin. Onu da biraz evvel konuştuk. Türkiye'de ya da bu tarz otoriter rejimlerde, bu şekilde seçimin iptal edilmesi, tamamen baskı araçlarıyla genişlemek falan gibi bir şeyin çok zor olduğunu düşünüyorum. Ama bu çok kırılgan bir denge.
Bütün bu siyasal sistemler böyle lineer olarak baskı hattında gitmiyorlar. Bazen açılıyorlar, seçici bir biçimde bazı aktörleri dâhil ediyorlar. Mesela Maduro, 2020-2022 yılları arasında bir normalleşme stratejisi yürütmüştü ve muhalefetle diyalog kurdu. Onları dâhil etti konuştu, ama sonra yeniden kapattı. Dolayısıyla bunu, ‘’bir kısım aktör içeri girdi ve bu artık içeri girdikten sonra, onlar dışarıda bunlar içeride diyebileceğimiz’’ bir şey yok. O seçici dahil edilme açılma ve kapanma, aslında günün şartlarına göre değişiyor. Şimdi görünen o ki Kürtlerin ya da Kürt hareketinin genel olarak seçici dâhil edilmesi gibi bir süreç var. Ama bu sürecin ne kadar ilerleyebileceği, o dâhil edilmenin ne kadar sürüp sürmeyeceği de hâlâ bir soru işareti.
Son olarak şunu söyleyeyim: Ben T24’teki yazımda da söyledim, hep de söylüyorum: Bir yerde baskı varsa, baskı her yere sirayet ediyor. Yani burada bir açılma, şurada bir demokrasi, orada bir otoriterlik gibi bir şey yok aslında. O siyasal sistemin karakterini belirleyen şeylerden birisi. Bu çözüm sürecinin kendisinin iki açıdan muhalefete ve Türkiye'nin demokratik geri dönüşüne bir alan açtığını düşünüyorum. Bir tanesi, Kürt hareketinin ve Kürt seçmeninin demokrasiyle olan ilişkisi, aslında son derece güçlü bir ilişki ve demokrasi ciddi bir sigorta. Sadece onlar için değil, Türkiye'de genel olarak muhalefet için sigorta. Dolayısıyla, orada bir kısmi demokrasiden de Türkiye'nin kısmi demokratikleşmesinden de bahsetmek mümkün değil. Ya da bir elit düzeyinde bir anlaşma olduğunda bile, Kürt seçmen, HDP seçmeni, Türkiye'de demokrasiye olan inancı ve arzusu en güçlü olan seçmenlerden birisi. Dolayısıyla aslında çok da böyle planlanan bir dâhil edilme süreci yaşanmayabilir.
İkincisi de ben hep şunu söylüyorum. Yine Rusya'ya, Macaristan’a ya da Venezuela’ya bakın. Bu rejimlerin bir meşruiyet kurucu anlatısı var. Bu meşruiyet kurucu anlatı, bir zamanlar aşağıdakileri yukarı çıkarmak olarak başlıyor, ama sonra giderek düşman kategorisi üstünden şekilleniyor. Yani istikrarsızlık yaratacak, tehdit yaratacak bir düşman korkusunun, toplumsal olarak kontrol edilen bilgi araçları üzerinden de pompalanmasıyla şekilleniyor. Bu, Venezuela'da dış düşmanlar, Amerika, emperyalizm vesaire Rusya'da benzer bir biçimde Batı karşıtlığı. Hatta Macaristan'da bile Batı karşıtlığı, Hristiyanlığa karşı olan küreselci elitler vesaire. Türkiye'de bunun iki dayanağı vardı: Biri, Batı karşıtlığıydı. Özellikle baskıcı rejimin meşruiyet ayağının, Batı karşıtlığı ve kökü dışarıda olmaktı. İkincisi de PKK ve terördü. Şimdi bu son bir senede bu ikisi de gitti ve iktidar kendi eliyle onu değiştiriyor. Yani ne yapıyor? Çözüm süreciyle birlikte, terörü bir siyasal tehdit olmaktan çıkarıyor ve daha ziyade, Batı karşıtlığıyla da ‘’Batı’yla konuşma, Avrupa Birliği'ne yeniden girme’’ gibi bir söylemsel hatta giriyor. Peki o zaman düşman kim? Şu an itibariyle çözüm sürecine, Türkiye'nin silahsızlanmasına karşı çıkanlar bir düşman kategorisi gibi. Bu bir toplumsal meşruiyet yaratır mı? Bence yaratmaz. Peki neyin üstünden kuracaksın bu düşman anlatısını? Bunu bir siyasi mesele olmaktan çıkarıp, tamamen bir suç örgütü olmak üstünden giden bir muhalefeti yeniden dizayn etme var. Onun da bir siyasal karşılığı yok. Çünkü muhalefetin içerisinde başka aktörler var. Dolayısıyla çok genel anlamda bu soruyu yanıtlarsam, bu süreç, söylediğim meşruiyet yaratıcı bir enstrümanı, iktidarın kaybetmesi anlamına da geliyor diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kandil’deki kongre sürekli erteleniyor biliyorsun. En son nisan sonu demişlerdi, Nisan sonu da geride kaldı. Şimdi mayıs ayı ortası diyorlar. Sen de mayıs ortasında dönüyorsun. Eğer kongre yapılmış olursa, bu konuyu seninle ayrıca konuşuruz stüdyoda diyelim ve burada noktayı koyalım. Evren çok sağ ol yayınımıza katıldığın için.
Balta: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Özyeğin Üniversitesi'nden Prof. Evren Balta’yla, Türkiye'yi, dünyayla kıyaslayarak Türkiye'deki otoriterliği ve geleceğini ve Ekrem İmamoğlu ve muhalefetin buna son verip veremeyeceğini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
04.05.2025 Kürtler bu iktidara niçin ve nasıl güvensin?
04.05.2025 Necati Özkan ile söyleşi: “Millet ile devletin karşı karşıya geldiği her durumda kazanan millet olur”
03.05.2025 "Heybede duran büyük turplar" ne zaman dökülecek?
01.05.2025 Prof. Evren Balta ile söyleşi: Dünyada ve Türkiye'de otoriter rejimlerin geleceği
30.04.2025 Dalga dalga fiyasko
29.04.2025 Sahiden hepimiz aynı gemide miyiz?
29.04.2025 Zafer Partisi ve Ümit Özdağ realitesi
27.04.2025 Türkiye Venezuela olur mu?
23.04.2025 Transatlantik: İran'la nükleer müzakere | Harvard Trump'a direniyor
23.04.2025 Mümtaz'er Türköne ile söyleşi: "Türkiye Kürtlerle birlikte yeni bir ulus inşa edecek"
04.05.2025 Kürtler bu iktidara niçin ve nasıl güvensin?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı